Conatus Essendi
- Selin Sungar

- 17 Eki
- 6 dakikada okunur

Conatus Essendi
Modern insanın en çok korktuğu, kaçmaya, önlemeye çalıştığı kimi zaman unuttuğu kimi zaman unutturduğu ölüm, hiçbir zaman sadece biyolojik bir olay olmamıştır. Yüzeysel olarak çok açık bir gerçeklik gibi görünse de ölüm, yalnızca bireyin yaşamının sonu değil; aynı zamanda toplumsal bir olgudur. İnsan doğarken ölümü cebine alıp gelir. Bu varoluşsal yük, her daim orada, bedenle birlikte taşınan görünmez bir hatırlatıcıdır. Susan Sontag, insanı hem sağlıklıların hem de hastaların dünyasına ait bir varlık olarak tanımlar. Doğduğumuz andan itibaren cebimizde ölüm ülkesine kesilmiş bir bilet taşırız (Özarslan, 2019). Cebimizde her daim ağırlığını hissettiğimiz bu bilet, yaşama irademizle karşı karşıya geldiğinde bizleri korkutur.
İnsanlığın en başından beri ölmekte olan ya da ölen kişiye atfedilen değer, ölümle başa çıkma yolları ve yas temel sorularından biridir. Pek çok kültürde ölüm bir son değil, başka bir varoluş haline geçiş olarak kavranır; bu nedenle yalnızca bireysel bir kayıp değil, topluluğun sürekliliğini tehdit eden bir kopuştur aynı zamanda. Bu kırılma, yasla ritüelleşir ve anlamlandırılır. Bu nedenle ölüm, ölmek ve yas kültürün ve toplumsal yapının önemli bir parçasıdır. Her toplum ölümle, kayıpla başa çıkabilmek, ölümü ve yaşamı anlamlandırmak için yollar, davranış kalıpları, ritüeller yaratmış ve bunlara bağlı kalmıştır. Dolayısıyla ölümün nasıl deneyimlediği ve ölümün tanımı sabit değildir, değişir (Özarslan, 2019). Kellehear bu dönüşümü şu sözlerle ifade eder: “Her şeyin sonu ölüm olsa da bu sona giden tüm yollar aynı değildir; her zaman aynı şekilde ölmedik.” Ve bugün hâlâ, aynı şekilde ölmüyoruz.
Modernite öncesi toplumlarda ölüm, yaşamın ayrılmaz ve aleni bir parçasıydı. Ne gözlerden kaçırılırdı ne de bastırılırdı; ölüm gündelik yaşamın ritmine dâhil, bilinen, deneyimlenen, hatta kabul gören bir olaydı. Yabanıl insanlar için ölüm aniden gerçekleşiyordu ve yabanıl akılda ölüm bir son olarak görülmüyor, toplumsal yaşamın içinde konumlanıyordu. Bu dönemde, birey ölse bile varlığı toplumsal yaşamın içinde sürmeye devam ederdi ve bireyin kaybı, toplumsal yapıda bir boşluk ya da kopuş yaratmazdı. Bu yüzden Jean Baudrillard’agöre, yabanıl topluluklarda “biyolojik anlamda ölüm”den söz etmek mümkün değildir (Baudrillard, 2016). “Yabanıl akıl” da ölüm bir kayıp değil, bir toplumsal ilişki biçimidir. Ölüm, yaşamın uzantısıdır ve yaşamla kurulan ilişkinin sürekliliği içinde anlam bulur.
Ani gerçekleşen ölüm, tarıma dayalı yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte zaman kazanmış ve bir sürece dönmüştür. Ölüm anın başlamasıyla ölüme kadar bir vakittin ortaya çıkmasıyla, ölümün bir sürece dönüşmesi hem ölümün birey tarafından fark edilmesine hem de çevresindekilerle vedalaşabilmesine imkân tanımıştır. Bu zaman kişinin kendi ölüm sürecine katılabildiği ve ritüellerle bu geçişi anlamlandırabildiği bir zaman dilimi sunar. Böylece ölüm toplumsallaşmaya, kolektif olarak yaşanan bir olay haline gelmeye başlar. Philippe Aries, bu dönemin ölüm pratiğini ve ölüme olan bakışı “evcilleştirilmiş ölüm” olarak tanımlar. İnsanlar halk içinde doğar, halk içinde ölür; ölenin odası kamusal bir alana, ölüm anı ise toplulukla paylaşılan bir deneyime dönüşür (Özarslan, 2019). Böylelikle birey, tek başına değil; tanıklık eden bir topluluğun bakışları, duaları ve sessizliği eşliğinde ölürdü. Ölüm, yalnızlığa değil, topluluğa aitti. Topluluğun içinde kurulan evcilleştirilmiş ölüm, modernite ile yerinden edilir ve vahşileştirilir. Modernitenin getirdiği rasyonalite, bireyselleşme ve tıbbi otoritenin yükselişiyle evcilleştirilmiş ölüm anlayışı sarsılır. Artık ölüm, kamusal alanın dışına atılmış, steril hastane odalarına hapsedilmiş ve bireyin yalnız başına deneyimlediği bir olaya dönmüştür.
Aydınlanma düşüncesi, insan aklını evrenin merkezine yerleştirirken, aklın her şeyi açıklayabileceği ve denetleyebileceği yönünde büyük bir inanç inşa etti. Ancak ölüm, tüm bu akılcı oluşumu yerinden sarsan, kontrol edilemeyen ve nihayetinde açıklanması mümkün olmayan bir eşik olarak belirir. Her şeyi yapabileceğine ve kontrol edebileceğine inan Aydınlanmacı tahayyülü kırar. Bu yüzden modern toplum, ölümü toplumsal yaşamdan uzaklaştırmaya çalışır, görünmez kılar, sessizleştirir ve teknik alanlara devreder. Ölümü yenemeyen tıp, ölüme yol açan koşullarla mücadele etmeye başlar. Böylece ölüm, parçalanır, bölünür ve tıbbi nedenlere indirgenir. Foucault bu dönüşümün mekânsal ve söylemseltemellerini açığa çıkarır. 18. yüzyıl sonrasında hastaneler yalnızca tedavi mekânı değil; bedenin bilgi nesnesi haline geldiği ve hekim otoritesinin kurumsallaştığı alanlara dönüşür. Bu yeni düzende insan bedeni, bakışın, ölçümün ve düzenlemenin konusu olurken, ölüm de bu düzenin kontrol edilemez sonu haline gelir (Yardımcı, 2019). Ölümle ilişkimiz, giderek daha fazla disipline edilmiş; hastanelerin duvarları, ölümün gündelik yaşamla kurabileceği tüm bağlantıları kesmiştir. Ölmekte olan sevilen kişi artık ölen bir hastadır (Özarslan, 2019). Modern toplumda ölüm toplumsal niteliğini kaybetmiştir. Modern öncesi toplumlar ölümü “yiyerek” onu toplumsal yaşamın içine hapsederken, modern toplumlar ölümü “kusarak” toplumsal yaşamdan ölümü uzaklaştırmaya çalışırlar.
Ölümü geciktirme, ölüm nedenlerini çözme, ölümü olabildiğince toplumdan uzaklaştırma çabası içerisinde olur ve Foucault’nun belirttiği gibi modern iktidar yaşamı devam ettirme üzerine kurulur. Aynı zamanda yaşamı yönetirken, kimin yaşamasına izin verileceğini, kimin ölüme terk edileceğini de belirler. Ölüme ve ölümün nedenlerine karşı açılan savaş giderek genişlemiş yaşama yayılmıştır. Bütün bir yaşam, ölüme yol açabilecek nedenlere karşı bir mücadeleye dönüşmüş, bütün yaşam tıbbileşmiştir (Özarslan, 2019). Biyoiktidar, yaşamı kutsarken ölümü sessizleştiren tıp aracılığıyla bedenleri sarmalayan, normatif bir bakışla yaşam çemberi örer. Herkes-bütün yaşamlar, bütün bedenler- bu çemberin bir parçası mıdır? 1970’li-80’li yıllarda “nerede yaşam varsa orada umut vardır” ifadesi, dogmatik özellikler taşıyan tartışılmaz bir aforizma haline gelmiştir (Özarslan, 2019). Kimin yaşamı için hangi bedenler için geçerlidir bu aforizma? Tam da bu yüzden, modern toplumda ölüm, toplumsal eşitsizliklerin, siyasal tercihlerle şekillenen yaşam politikalarının ve dışlayıcı iktidar pratiklerinin bir sonucu olarak tezahür eder. Kimi bedenler yaşam çemberinin içine dahil edilip ölümleri önlenmeye çalışılırken, kimi bedenlerin ölümü, ölümü —çoğu zaman önlenebilir olmasına rağmen— devletin, kurumların ve toplumun kolektif ihmaliyle gerçekleşir; böylece ölüm, yapısal eşitsizlikler içinde sistematik biçimde üretilen bir şiddet biçimine dönüşür.
Modern devlet yapısı içerisinde doğduğumuz yer, toplumsal cinsiyetimiz, cinsel yönelimimiz,sınıfsal konumumuz, “normal” bir bedene sahip olup olmadığımız ya da kimliğimiz yaşam deneyimimizi etkilediği gibi, ölümle kurduğumuz ilişkiyi de doğrudan etkiler. Modern toplumda ölüm, nötr ya da eşitlikçi bir olay değildir; tersine, toplumsal hiyerarşiler içinde farklı şekillerde dağılır, deneyimlenir ve temsil edilir. Modern devletin işleyişinde sınıfsal eşitsizlik, tür, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, yaş, sakatlık ya da etnik kimlik gibi faktörler bağlamında kurulmuş olan ayrımcı yapı ve politikalar, yaşaması ile ölmesi gereken arasındaki sınırı oluşturur. Bu bağlamda Butler’ın seslenişine dikkat kesilerek, kim ölüyor? Nasıl ölüyor? Ölümleri nasıl tanımlanıyor? Kimlerin yasını tutuyoruz ve kimlerin ölümüne sessiz kalıyoruz? sorularını sormak ve onlara doğru açılmak, ölümün toplumsal doğasını açığa çıkarır ve bizi biyopolitik yönetim mekanizmalarının ve kamusal yas hakkının sınırlarını sorgulamaya davet eder. Bu doğrultuda Türkiye’de önlenebilir ölümler, yalnızca devletin yetersizliğine değil; aynı zamanda belirli yaşamların değersizleştirilmesine, belirli bedenlerin görünmez kılınmasına ve sistematik bir biçimde dışlanmasına işaret eder.
Günümüzde modern toplum içerisinde oluşturulan “yaşam çemberi” etrafında ölmek artık neredeyse sadece belirli bedenler için mümkün hale gelmiştir. Butler’ın ifadesiyle kırılgan bedenlerin yaşamları gibi ölümleri değersizleştirilmekte ve ölümlerine dair yas haklarıellerinden alınmaktadır. Yasın kamusal olarak tutulamaması, ölümün kendisinin de toplumsal hafızada yer bulamaması ile sonuçlanır (Butler, 2005). Türkiye’de LGBTİ+ bireylerin, özellikle de trans bireylerin yaşam haklarına yönelik ihlaller sonucu gerçekleşen ölümler ve nefret cinayetlerinde katledilen yaşamlar, toplumsal tanınmanın dışına itilen hayatların ve tutulamayan yasların en çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. Modern iktidar tarafından oluşturulan yaşam çemberinden kovulan queer bedenlerin tanınmayan yaşamları gibi ölümleri de tanınmaz, ölüm gerçekleşmiştir; ama sanki hiç olmamıştır. ‘Ölebilen’ bir varlığın ölme hakkının elinden alınması ise, yalnızca hayatın değil, ölümün de yerinden edilmesi anlamına gelir (Kalaycı, 2014). LGBTİ+ ve Trans bireylerin ölümünde, yalnızca bir beden ortadan kalkmaz; ölümle kurduğu anlam, vedalaşma hakkı, yas alanı ve hafızadaki yeri de gasbedilir. Böylece söz konusu olan artık ölüm değil, ölüm olmayan bir ölümde yok oluş, silinme ve yası tutulmayan yaşamların görünmezlikle kayboluş halidir. Bu ölüm; “görülmez” istisnaileştirilerek sıradanlaştırılır. Bu bağlamda yas tutma pratiği bir kaybı kabullenmekle kalmaz; benliğin, toplumun o kaybın üretilmesindeki rolüyle yüzleşmesini de gerektirir. Önlenebilir ölümlerin ve ölemeyen queer bedenlerin ardından tutulmayan yas, hangi hayatların yaşam çemberinin içinde kurulduğunu ve kimlerin çemberin dışına atılarak sessizliğe terk edildiğini görünür kılar. Kim ölüyor? Kim ölebiliyor? Kimlerin yasını tutuyoruz ve kimlerin ölümüne sessiz kalıyoruz? sorularını bir kez daha buraya çağırarak modern toplumdaki yaşam ve ölüm düzenini sorunsallaştırıyoruz. Görülmeyen, sayılmayan, yası tutulmayan ölümlerin sessizliğini kırıyor ve ölümün istatistik olmaktan çıkarılıp tarihsel bir iz, etik bir yük ve politik bir talep olarak tanınması gerektiğini söylüyoruz. Bu noktada, Spinoza’nın conatus essendi kavramı, varlığın kendini sürdürme, var olmaya devam etme itkisi, varlığı tanınmayan queer yaşamların derin ve inatçı direniş biçimlerinden biri olarak yankılanır. Her ölen, katledilen bedende kesintiye uğrayan bu çaba, yalnızca bir bedeni değil; bir var olma iradesini, bir yaşamın devamlılığını hedef alır. Ama tüm bu kesintiye ve susturulmalara rağmen queer varoluşun conatus essendi’si, sürer. Çünkü bu yaşamsal mücadelenin kendisi, ölümü aşmanın değil, ölümü tanıyarak var olmanın ısrarıdır.Tutulamayan her yas, hayaletleşen her beden, unutturulmak istenen her isim ve yaşam, bu var olma çabasının yankısını taşır. Conatus, burada artık yalnızca bir varlık itkisi olmanın ötesinde yasın, hafızanın ve direnişin kendisine dönüşür. Ve bu direnişin yankısı bazen bir fısıltı gibi, bazen bir ağıt gibi hüzünü, yası, neşeyi, umudu ve isyanı içinde barındıran çokça duygulanımlı bir şekilde kulağımda çınlıyor. Bir arkadaşımın söylediği Şebnem Ferah’ın şu sözü geliyor aklıma, sanki bu yazının sessiz tanığı gibi: “Mezarlar bile küsmüş kadınca ölene”
Metin boyunca izini sürdüğümüz gibi ölüm, sadece bireysel bir son olmanın ötesinde toplumsal düzenin nasıl kurulduğuna, kimin yaşamaya değer görüldüğüne, kiminse sessizce gözden çıkarılabileceğine dair güçlü bir aynadır. Yaşam çemberinin dışına atılan bedenlerin sessiz, görülmeyen ölümlerini anarken, kaybımı ve yaşamın kaybını bir kez daha keskin bir şekilde hissediyorum ve yazmak zorlaşıyor. Ana hedefi yaşatmak olan bu iktidar düzeninde kim ölüyor-ölebiliyor? nasıl ölüyor? sorularını sormak, yalnızca etik bir sorumluluk değil; aynı zamanda politik bir zorunluluktur. Bu soruları sormak, ölümü yeniden toplumsal düşünceye çağırmak, bastırılmış yasları konuşmak ve ölümün ardındaki ayrımcı yapıyı ifşa etmeye ve yaşamı savunmaya dair ısrarlı bir davettir.
Kaynakça
Baudrillard, J. (2016). Ekonomi Politik ve Ölüm. J. Baudrillard içinde, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm (s. 217-254). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Butler, J. (2005). Kırılgan Hayat Yasın ve Şiddetin Gücü.İstanbul: Metis Yayınevi.
Kalaycı, N. (2014, Aralık 1). Hayaletler: Ölüm, Yas ve Tanıklık Sorunu. Skopbülten.
Özarslan, A. D. (2019). Ölümün Kısa Toplumsal Tarihi:. T. U. Aylın Dikmen Özarslan içinde, Ölümle Yüzleşmek Yoğun Bakım ile Değişenler (s. 7-25). İstanbul: Güneş Tıp Kitapevleri.
Sağır, A. (2013). Modern Dünya ve Ölüm : Batılının Ölüm Karşısında Tavırları. Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 213-221.
Yardımcı, S. (2019, Ağustos 9). Biyopolitika ve Ölüm. Skopbülten .



