Bir Direnişçi Yaratmak
- Ahmet Şerif Uzun
- 31 Eki
- 16 dakikada okunur
Psikiyatr, militan, filozof, sosyolog vs.
Fanon için kullanılabilecek ve hem onun mesleğini hem de düşün dünyasındaki yerini az ya da çok açıklayabilecek tonla sıfat, isim ya da titr mevcut. Bunların hiçbirinin, tıpkı diğer herhangi bir kimse için geçerli olduğu gibi, Fanon’u anlatmaya yeteceğini düşünmüyor olmamıza karşın, gerek genel bir ön fikir oluşturması gerek de yazının geri kalanında konuyu ele alacağımız cihetlerden ötürü onu burada bir “psikiyatr” olarak isimlendirecek, her genellemenin bir ölçüde yanlış olduğunun bilincinde olarak Fanon’un yapıtlarının her şeyden önce bir psikiyatrın elinden çıktığı genellemesine/indirgemesine sadık kalacağız. Şu aşamada gerekçesini açıklamıyor olsak da yazının ilerleyen bölümlerinde, özellikle de psikanalizle ilişkisini tartışacağımız bölümlerinde bunun sebebinin daha açık şekilde anlaşılacağını umuyoruz. Gelecek hakkında konuşmaya başladıysak yazının ufak bir taslağını da sunmak yerinde olacaktır. Fanon’u tanıyan okuyucuların hafızalarını tazelemek ve tanımayanların kafasında biyografik bir tasvir oluşması için önce kısaca kim/ne olarak yaşadığının bir özetini sunacak, kısaca yapıtlarından bahsettikten sonra esas konumuz olan, Fanon’un magnum opusu, Les Damnes de la Terre (Yeryüzünün Lanetlileri)’den bahsedecek, dönemin düşünce yapısıyla olan ilişkisini ve aktif hareketlerle olan bağını kısaca açıkladıktan sonra o dönem Fanon’u biri olumlu biri olumsuz olmak üzere belki de en geniş çapta, her ne kadar karşılıklı olmasa da, tartışmış olan iki filozofun, Sartre’ın ve Arendt’in yorumlarını çözümleyecek ve bizce bunların geçerliliğini sorgulayacak, son olarak da 21. Yüzyıl’da bu tartışmaların değerini, güncelliğini tartışarak yazıyı sonlandıracağız.

Bir Direnişçi Yaratmak
Fanon’un 36 seneye yakın sürmüş olan kısa ömrü dönemin Fransız kolonilerinden olan Karayip Adası Martinik’te başladı. Özellikle Nazilerin Fransa’ya işgalinden sonra adada kalan Fransız deniz birliklerinin bölgede adeta terör estirmesiyle ulus baskısını küçük yaşlarından beri hissettiği söylenebilir. Ailesinin diğer Martiniklilere görece iyi durumda olmasına karşın burjuva bir hayat tarzından iktisadi olarak hayli aşağıda oluşunun da sınıf bilincinin gelişimine katkısı olduğunu varsaymak oldukça makul görünüyor bize. 18 yaşına girdikten sonra Charles de Gaulle’ün çatısında birleşmiş Fransızların arasına katılıp Nazi işgaline karşı çatıştıktan bir müddet sonra 1944’te yaralandı. Nazilerin yenilgisinin ardından kendi bölüğündeki tüm siyahlar tasfiye edildi. Direniş sırasında özellikle Kuzey Afrika bölgelerinde karşılaştığı ırkçılıklar onu en son kardeşi Joby’e “Kandırıldım, yaptığım hataların cezasını çekiyorum… Tüm bunlardan bıktım.” demesine dahi yol açacaktır.
Savaş bittikten sonra Martinik’e dönüp, Türkiye’deki karşılığı ile söyleyecek olursak, lise eğitimini bitiren Fanon sonrasında Fransa’da Lyon Üniversitesinde tıp, özellikle de psikiyatri eğitimi aldı. 1952’de Türkçeye “Siyah Deri, Beyaz Maskeler” adı ile kazandırılan doktora tezini yazdı, tezi reddedilince kitap olarak yayımlamaya karar verdi. Biraz zamanda atlayacak olursak, 1953’ten o meşhur istifa mektubunu yayımladığı 1956’ya kadar Cezayir’de, Fransız devletinin bir hastanesinde psikiyatr olarak çalıştı. Cezayirlilerin hareketine her zaman sempati duymuş ve desteklemiş olsa da işgalle bağını tamamen koparması ancak 1956 yılının Kasım ayında mümkün oldu. “Zaman olur, sessizlik alçaklığa dönüşür.” diyerek tarafını açıkça belirttiği o çok sert ve meşhur istifa mektubunu yazdı ve Tunus’a gitti, burada FLN’ye katıldı. Ömrünün sonuna kadar Al Moudjahid (El Mücahit) dergisinde yazdı. Türkçeye Afrika Devrimine Doğru (Pour la Révolution Africaine) ismiyle çevrilen kitabında bu dönemindeki yazıları ölümünden sonra derlendi. Sadece bir entelektüel olarak değil, sahada fevkalade aktif bir direnişçi olarak da ne denli tecrübeli ve zeki olduğunu anlamak için bizce oldukça kıymetli bir çalışma.
Sahra Çölündeki yolculuğunun ardından lösemi hastalığına yakalandı, bir dönem Sovyetler altında tedavi gördü. Tunus’a geri döndüğü zaman, bizim de bu yazımıza temel olan metnini, Yeryüzünün Lanetlileri kitabını yazdı. Roma’ya gitti, Sartre ile buluştu. Sağlığının gitgide kötüleşmesinin ardından Sovyetlerin de tavsiyesi ile Amerika’da tedavi gördü, 6 Aralık 1961’de akciğer iltihabı sonucu hayata gözlerini yumdu.
Bu kısa olması gereken biyografiyi belki biraz haddinden fazla uzattıysak bunun sebebi Fanon’un ele aldığı konulara uzak olmadığını ve ikiyüzlü bir tavırdan uzak olduğunu göstermektir. Said’in “Entelektüel” kitabında “İstikrarlı bir gerçekçilik, neredeyse atletik bir akıl enerjisi ve kamusal alanda yazılar yayımlatıp konuşmanın gerekleriyle kişinin kendi sorunlarını dengelemek için karmaşık bir mücadele gerektiren bu görev” olarak tanımladığı entelektüele tam olarak uyan bir portre çizmektedir.
Siyahları Kim Lanetledi?
Yeryüzünün Lanetlileri, eylem teorisinden tarih analizine, şiddet tartışmalarından psikiyatrik incelemelere kadar uzanan oldukça geniş bir konu ağına sahip. Fanon’un gerek hayat tecrübelerinden gerek akademik eğitiminden ve hepsinden de önemlisi kendi entelektüel kişiliğinden gelen bilgi birikimi bu dalların hepsinde onun söz sahibi olmasını sağlıyor. Fransızları Afrika’dan göndermeye siyahların öfkesi yeterdi, Fanon halk örgütlenmesinin devrimi getirmesinin şüphesiz olduğuna dair sahip olduğu inancı belirtirken bu savı zaten onaylar. Lakin Fransızların Afrika’da nasıl olup da yüzyıllardır kaldığını araştırmak; işte bu ancak Fanon gibi zekaların elinde tam olarak açıklığa kavuşabilecek konulardandır. Sartre’a, yazdığı o meşhur önsözde “Başka bir deyişle: Avrupa boku yedi.” (Autrement dit: elle est foutue.) dedirtecek kadar kuvvetli bir kalemden söz ediyoruz burada. İyi ama, Fanon’un sözünün gücü nerden gelmekteydi?
Buna verilecek birçok cevap olabilir, üsluptan içeriğe, siyasi atmosferden devrimci ruha kadar geniş bir ölçeğe yayılabilecek olan bu cevapların hepsinin kendince bir haklılık payı olmakla birlikte, Sartre’a göre, ki biz de bu kanıyı az ya da çok paylaşıyoruz, metnin esas gücü bu kitabı Fanon’un en temelde kendi kardeşleri için, sömürülen bütün halklar için yazmış olmasıdır. Üçüncü Dünya’ya hitap eden bir metnin bütün dünyada böylesine yankı uyandırmış olmasının sebebi, bizce bu Üçüncü Dünya dışını umursamaz üsluba karşın, kitabı okuyan bir sömürgeci ya da ezen ulus üyesinin yüzüne, belki de bastırmak ve akıl sağlığını korumak için bilinçdışına attığı suçluluk duygusunun sebeplerini, bir halkın başına yine bir başka halktan ötürü gelen felaketlerin tüm çıplaklığını seriyor olmasıdır. Algıda seçicilik yapan biziz, Fanon bize seslenmiyor, kitabında bize bağırıp çağmıyor. Bizi kitabında muhatap alıp cevap dahi vermiyor. Lakin bu “kendi kendine söylenen siyah adam” dedikleriyle bizi öylesine çarpıyor, bam telimize öyle ince ama kuvvetli şekilde dokunuyor ki, kendinizi taraf olmak zorunda hissediyorsunuz. Fanon tarafsız kalabileceğiniz, etliye sütlüye dokunmayan yazarlardan değil. Ne Fransa ne Cezayir, diyemeyeceğimizi, esasında hiç de buna çabalamadan ispat etmiş oluyor bizlere.
Bizimle olan ilişkisini yeterince açıkladık. Biraz da kitabın ne olduğuna dönecek olursak, Fanon’un bu metninin bizce en temel tezi ulusal direnişte şiddetin gerekli olduğu ve sömürgeciliğin altyapı ilişkileri üzerinde temellenen sınıf baskısından öte bir üstyapı kurumu olarak sürekli şiddet ile bir baskılama, insanlıktan çıkarma mekanizması olduğudur. Ortodoks Marksistlerce, yukarıda bahsettiğimiz ikinci konunun Marksist analize ters düştüğü zaman zaman zannedilmiştir. Fanon’un özellikle birazdan bahsedeceğimiz sömüren ulusun işçi sınıfının güvenilmez olduğuna dair fikirlerinin Marksizm ile ilişkisini ortaya koymak da bu yazının amaçlarından biridir.
Altyapı ilişkilerinden öte bir üstyapı kurumu olarak sürekli şiddet üzere temellenen sömürgecilik: Kulağa çelişkili geliyor değil mi? Emperyalizmin kapitalizmin ileri bir aşaması olduğu, Marksist olsun olmasın, hemen herkes tarafından kabul edilen bir gerçek iken, sömürgeciliğin ekonomik şekilde geçirdiği evrimden vs. kendi de bahsetmişken (“Ana ülkenin burjuvazisi için kölelik üzere temellenen kör bir egemenlik iktisadi açıdan sürdürmeye değer değildir. Bütün politikasını kılıçla şekillendiren bir hükümet burjuvazinin bu tekelinin desteğini alamaz. Fabrikatörlerin ve finansal patronların hükümetten bekledikleri şey sömürge halkların kırımı değil, kendi “meşru menfaatlerinin” ekonomik anlaşmalarla korunmasıdır.” Wretched of the Earth, s. 62, çeviri bize ait.) nasıl olur da, her ne kadar bizzat bu ifadeyi kullanmasa da, sömürgeciliği bir üstyapı kurumu olarak görür? Nasıl olur da işçi sınıfının çıkarlarından ayrı bir ulus çıkarları düşünür? İşte burada Engels’in itirafına değinmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Engels’in Bloch’a yazdığı mektupta “Hayatın üretimi ve yeniden üretimi ancak son kertede tarihin belirleyici unsurudur. Ne ben ne de Marx fazlasını iddia etmedik. Bütün bu unsurlar arasında, sonsuz bir olaylar dizisinde meydana gelen ve gelebilecek ihtimallerin içinde açığa çıkan bir karşılıklılık vardır. Ekonomik hareket kendini ancak gerekli olduğunda baskın kılar.” demesi bizce Fanon’un Marksist olmadığı yönündeki, Afrika Devrimine Doğru’nun sonunda kendini Marksist olarak ilan etmesine karşın, süregelen yanılgıyı yıkmaya yetmekte, fazla bile gelmektedir. Üstyapı kurumlarının tarihin bir bölümünde, tarihin bir olgusunda, örneğin sömürgecilikte, baskın gelen unsur olmasında ve altyapı ilişkilerini ortadan kaldırmasa dahi kendi içinde askıya almasında, ne aklen saçma bir şey vardır, ne de Marksizmin özüne ters düşen bir fikir. Diyalektiğin özü gereği üstyapının da altyapıyı etkileyebileceğinin açık olmasının ötesinde, kavramsal zorunluluğun zamansal karşılığının bir anda olmayacağını da göz önünde bulundurmak gerekir. Kavramların zamanı yoktur, bir kavramı düşündüğünüz an onun bütününü düşünmüşsünüz demektir. Kavramların alanında her şey olmuş, bitmiş, durmaktadır. Devinmez, olduğu yerde durur. Lakin olgularda durum böyle değildir, zamanın varlığı çelişkinin ortaya çıkması için bir süreci ve eylemliliği gerektirir. Kavramsal zorunluluğu çözmek dünyayı anlamanın ilk adımı iken, onu kemaline erdirecek olan zamansal ilişkilerin eylemsel çözümlemesini yapıp harekete geçmektir. İşte Fanon’un tam da yaptığı budur. Sömürge uluslarda metropollerdeki gibi tam anlamıyla bir burjuva sınıfı yetişmediyse yapılması gereken kapitalizmin gelmesini bekleyip ortaya çıkacak burjuva sınıfa devrimci bir kimlik yüklemek değildir. Ekonomik altyapının belli bir seviyeye ulaşmış olması bireysel herhangi bir eylemde dahi gerekli olmakla birlikte -kırk derece ateşle bu metni okumaya çalıştığınızı düşünün- daha üst belirlenimlerini oturup beklemek yahut da bu süreçte açığa çıkan ve esasında karşıdevrimci bir karakter de gösteren unsurlara tahammül etmenin gerekliliğini açıklayamaz. Cezayir halkının Fransızları ülkelerinden göndermek için ihtiyaç duydukları şey geç dönem kapitalizminde iyiden iyiye kendini sözde bir “orta sınıf” içinde eritmeye çalışıp kitleleri lümpen kılmaktan öte bir işe yaramayan burjuva sınıfının varlığı değil, sömürgenin sac ayaklarını el birliğiyle yıkmaktır. Öyleyse nedir bu sac ayakları? Siyahları lanetleyen bu mekanizma nedir?
Özellikle 7 Ekim sürecinden bu yana internette de popüler hale gelmiş olan bir alıntıda – Al Jazeera’da bu konuyla ilgili mükemmel bir yayın bulunmaktadır- Fanon sömürgeciliğin ne düşünen bir makine ne de muhakeme yeteneği olan bir beden olmadığını, tam anlamıyla çıplak şiddet olduğunu söyler. Sömürgeciliğin yaptığı şey sömürge ulusları “düşünsel birtakım propagandalarla” insan dışı olduklarına “ikna” etmek değil, şiddet araçlarıyla onların insan onurunu yıkmak, ancak bu koşullar gerçekleştikten sonra, kitlesel bilincin uyanmasını engellemek için propaganda aygıtlarıyla onların bu hallerini fikri olarak da kabul etmelerini sağlamaktır. İnsanlıktan çıkarılmış olan bu insanların özne olduklarını unutturmak için onlarla diyaloğa girmek yetmez, yetmemenin ötesinde fayda da sağlamaz sömürgeci için. Çünkü diyalog daha en temelden iki karşılıklı, denk “özne”yi varsayar. Sömürge ulusların saf bir nesne, belki bir “köle” ama her şeyden öte insan olmayan bir “şey” haline gelmesi ancak onun özne olarak, birey olarak kimliğini ayakta tutan yapıların şiddet yoluyla, zor kullanarak yıkılmasıyla mümkün olur. Evvela ekonomik güçleri veya böyle bir güce sahip olma ihtimalleri ortadan kaldırılır, ekonomik baskı başlar. Devamında ulus kimlikleri ellerinden alınır (çok çeşitli kabilelerden, bölgelerden gelmelerine karşın kölelerin “zenci” olarak sınıflandırılması dikkate değerdir), böylece sınıfsal olmasa dahi sömürgeciyi topraklarından atabilecek bir direnişin önü kesilmeye çalışılır. Bunlarla eşzamanlı olarak ve devamında da sürecek şekilde devam eden şiddet de, yukarıdaki şeylerin gerek kurucu sebebi gerek de devam ettiricisi olarak, varlığını her daim hissettirir ve kollektif bilincin ötesinde kişilerin bireysel olarak da zihinlerini insanlıktan çıkartır. Böyle bir ortamda ne bireysel bir pasif direnişin ne de kitlesel bir aktif direnişin imkânı oldukça azalmıştır. Aile yoluyla aktarılmaya devam eden bu “inanç” biçimi, siyahların insan olmadığı inancı, aşağı olduğu inancı gelenek nesillerde de sürdürülür hale gelmekle birlikte aynı anda oluşturduğu, belki eşdeğerde olmasa dahi eninde sonunda gerekli eşiği aşacak olan bilinçdışı öfke, işte tüm şiddet mekanizmalarının etkileyemediği nokta budur. Bilinç düzeyinde halini kabul ediyor görünen sömürge halkların kollektif bilinçdışında, Lacancı bir tabirle “parçalanmış beden” düzeyinde olsa da, yani ulusal kimliğe ilk kertede sahip olmuyor olsa dahi yükselen öfke, sömürgeciye karşı nefret eninde sonunda patlamak zorundadır. Reel ekonominin hükümdarları libidinal ekonomiyi yönetmekten acizdir. Propaganda, aydınlar veya çeşitli “düzenlemeler”, iyileştirmeler aracılığı ile ne kadar baskılamaya çalışırsa çalışırsın kabul ettirilebilecek olan şey en fazla olanın kanıksanmasıdır. Sömürge ulusların sahip olduğu gerçekten de hiçbir şey yoktur. Marx’ın bahsettiği “zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şey olmayanlar” işçiler değil, sömürge uluslardır Fanon’un incelediği durumda. Bunun dışında kimi şeylere sahip oluyor olsalardı dahi sahip olmadıklarına ilişkin duyacağı haklı ve insani arzunun baki kalacağını söylemeye gerek yok. Olanın sürmesi için kabul edilmesi bir yere kadar yeterli olur, kalıcı hale gelmesi ancak sevilmesi ve arzunun tatmini ile olanaklıdır. Aksi takdirde kontrol edilemeyen arzunun yıkıcı gücü açığa çıkacak, devrimci bir sınıfın varlığını gerekli kılacaktır. İşte Fanon bu devrimci sınıfı sömürge uluslarda köylüler olarak tespit eder. Milliyetçi partilerin sömürgeci devletlerle yapabileceği anlaşmalara ve komprador burjuvazinin sömürge uluslarla kurabileceği ticari anlaşmalara karşın bu köylülerin gerçekten de hiçbir reform hareketinden çıkar sağlama ihtimali yoktur. Fanon, (…) kaybedeceği hiçbir şeyi yoktur ama kazanacağı çok şey vardır. Köylü, sınıf dışı ve aç kimse yalnızca şiddetin kendisine yardımcı olabileceğini çabucak keşfeder. Ona göre asla uzlaşma olamaz, taviz verilemez, der. Köylü sınıfın devrimci karakteri gerek sömürge “aydınları” tarafından gerek de sömürge burjuvazisi tarafından bastırılmaya çalışılır. Gerek devrimin niteliğini gerek de süregelen devrimin getirdiği ekonomik durumu karşıdevrimci bir perspektiften analiz eden aydın, kimi yerlerde çeşitli makul eleştirilerde bulunuyormuş hatta sömürge uluslardan yanaymış gibi görünse dahi yaptığı şey nihayetinde devrimi ileriye taşıyacak bir düşünsel eleştiri değil kollektif öfkenin bastırılması ve yıkılmasıdır. Sömürge ulusların kullandığı şiddetin yıkıcı boyutlarının da göz önüne serilmesi işin cabasıdır. Çıplak şiddet olarak sömürgeciliğin yıkımının tek yöntemi ondan daha güçlü bir şiddettir Fanon’a göre. Burada ilk bakışta direnen halklar için Makyavelist bir eylem planı çiziyormuş gibi görünse de esasında yaptığı şiddetin şiddetle yıkılabileceğini söylemekten öte bir şey değildir. Makyavelizm yoktur burada, her tür aracın aklanmasından söz edilemez. Örgütsüz, bireysel ve ulusal ya da direnen bir karakter taşımayan cinayetlerin, şiddetlerin vs. anlamsızlığından Fanon da söz eder. Şiddet organize edilmelidir, Sartre’ın iddia ettiğinin aksine bireysel şiddetin çözüm olduğunu Fanon kabul etmez. “Ayaklanma liderleri her tür köylü ayaklanmasının, çok büyük bile olsa, denetim ve yönlendirme gerektirdiğini görürler. Dolayısıyla hareketi bir köylü ayaklanmasından devrimci bir savaşa dönüştürmeleri gerekir. Başarılı olabilmek için mücadelenin net hedefler, iyi tanımlanmış bir metodoloji ve her şeyden önce halk kitlelerinin acil zaman çizelgesini kavraması üzerine kurulması gerektiğini keşfederler. Mücadeleyi halk kitlelerinin biriktikçe birikmiş öfkesiyle üç gün, en fazla belki üç ay sürdürebilirsiniz, ama savaşçıların bilinç düzeyini yükseltmeyi ihmal ederseniz, bir ulusal savaşı kazanamazsınız, güçlü düşman aygıtını deviremezsiniz ya da insanları dönüştüremezsiniz. Ne kahramanca savaşma ne de sloganların güzelliği yeterli olur.” (a.g.e. s. 136-137). Okuduğunuz alıntının Fanon’un örgütlü direnişe ve organize şiddete verdiği önemi gösterdiğini düşünüyoruz. Buradan da yazının başında bahsettiğimiz “Psikiyatr Fanon”u incelemeye geçeceğiz.
Sömürgede Akıl (mı?) Hastaları (mı?)
Kitabının sonunda Fanon bölgede gözlemlediği kimi psikiyatrik vakaları inceler. Bunları inceleme sebebi kendisinin de belirttiği gibi saf şiddet olarak sömürgenin ortaya çıkardığı iki yönlü ruhsal bozuklukları açığa sermektir. İnsanlık dışı yöntemlerle sömürgelerde polis komiserlerinin, askerlerin vs. yaptığı işkenceler bu kişileri de en sonunda “ben kimim” sorusuyla karşı karşıya bıraktırır Fanon’a göre. Kim olduğunu gerçekten kavrayan bir sömürgecinin yaşayacağı ruhsal sıkıntılar, onun işkence ettiği kimseyle çoğu örnekte aynıdır. Bunun sebebi Fanon’a göre işkencenin açtığı ruhsal sıkıntının fiziksel boyutunu saymazsak iki tarafta da aynı şeye dayanmasıdır. Bireylerin çaresiz hissettiği, çok uzaklarda belirlenmiş kimi imkanlar zorla kabul ettirilmiştir ve bu imkanlar içinde sömürge uluslar insanlıklarını yitirmiş, sömürgeciler ise yaptıkları “insanlık dışı” şeyin boyutlarını fark etmek durumunda kalmıştır. Bireysel düzeyde tezahür eden bu psikiyatrik sıkıntılar kollektif sebeplere dayandığı ölçüde ilaç tedavileriyle veyahut da psikoterapi ile ancak bir yere kadar düzeltilebilmektedir. Esasında ortaya çıkan durum bir akıl hastalığı değildir, çünkü olan şey sistemin ürettiği gayet “sağlıklı” sonuçlardır. Sonuç olarak sağlıklı olduğu müddetçe insanlık açısından hastadır. Ortada akli bir şey de esasen yoktur, gerek kendinin ölmesiyle tüm Cezayirlilerin kurtarılacağını zanneden psikotik hasta gerek de vardığı hastanede işkence ettiği bir Cezayirliyi gördükten sonra depresyon geçiren Avrupalı polis tam da sistemin istediği tepkileri vermektedir. Psikotik hasta ona dayatılan “pis zenci” rolünü benimsemektedir fakat bu “pis zenci” rolü ile temelden çelişik bir vaziyet ifa eden bilinçdışı arzunun çakışması iki taraftan birinin galibiyetiyle sonuçlanamayınca ortaya çıkan sürekli çelişki hali “akıl hastalığı” dediğimiz olgunun çıkmasına sebebiyet verir. Aynı şekilde Avrupalı polisin “Bazen, bizi biraz olsun düşünüyorlarsa baklayı ağızlarından çıkarıp bizi kelime kelime bilgi almak için saatlerce uğraştırmamalarını söylemek istiyor insan.” deyişi durumun vahametini açığa çıkarmaktadır. İçindeki şiddetle alakası olmayan güdü ile ona aşılanan ve ona sevdirilen ya da en azından benimsetilen işkenceci polis rolünün çakışmasından ötürü açığa çıkan bir buhran olduğunu söylemek bizce oldukça isabetlidir. Bu vakanın hemen ardında incelenen karısına ve çocuklarına işkence yapan komiser vakası yukarıda bahsettiğimiz ikinci tarafın, işkenceci polis rolünün tam olarak benimsenmesinin bilinçdışı alanı da belli bir ölçüde hakimiyetine aldığında olan şeyleri ortaya çıkarmaktadır. Sömürgecinin istediği şiddet makinesinin bireysel tezahürü olarak işkenceci polis eninde sonunda nesnesiz kalan şiddet arzusunu kendi içine döndürmüş, ailesindekileri dövmeye başlamıştır. Psikiyatrik ya da tıbbi herhangi bir konudaki cehaletimizin bilincinde olunarak bu dediklerimizin okunması gerektiğini hatırlatalım.
Fanon’un B serisinde incelediği Avrupalı oyun arkadaşlarını öldüren on üç ve on dört yaşındaki iki Cezayirli çocuk belki de bütün kitaptaki en ilginç vakadır. On üç yaşındaki çocuk ona kızgın olmadıklarını belirterek sözlerine başlar. Bir gün onu öldürmeye karar verdik, çünkü Avrupalılar bütün Arapları öldürmek istiyorlar, diye devam eder sözlerine. Onu öldürmelerinin sebebi o çocuğun onlarla oyun oynuyor olması, yani savunmasız ve öldürmesi kolay biri olmasıdır. Fanon’un “Ama sizin arkadaşınız değil miydi?” sorusuna peki bizi neden öldürmek istiyorlar? Babası milis güçlerde ve hepimizin boğazının kesilmesi gerektiğini söylüyor, diye cevap verir. Çocuğun onlara öyle bir şey deyip dememiş olması önemli değildir. Bu Cezayirli çocuk bu cinayetinden üzgünlük bile hissetmez, çünkü “onlar” Arapları öldürmek istiyordur. Cezaevinde olacak olmaktan dahi bir sıkkınlık duymaz. Fanon’un gözlemlerine göre bu çocuğa göre çok daha “yetişkin, olgun” bir karakter örneği sunan on dört yaşındaki çocuğun dedikleri çok daha dikkat cezbedicidir. Rivet olayında (Fransızlar tarafından gerçekleştirilen bir köy katliamıdır) ailesinden iki kişiyi kaybeden bu çocuk bu adaletsizliğin karşısında dağa çıkmak, savaşmak istemiş ama çok genç olduğu için bunu yapamamış ve son çare olarak bir Avrupalıyı öldürmeye karar vermiş. Bu örnek, birazdan daha detaylı tartışacağımız Sartre’ın “sömürge ulusta bulunan bilinçdışı şiddet arzusunun” aslında hiç de bilinçdışı ya da şiddet arzusu olmadığını göstermektedir. Bu çocukların işlediği cinayet ne şiddet arzusuyla yapılmıştır ne de bilinçdışıdır. İkisi de yaptığının gayet farkındadır, cinayeti planlamışlardır ve bütün süreç bilinçli bir şekilde, belki çok akıllıca olmasa da, yürütülmüştür. Ulusal ya da bireysel travmanın varlığı bilinci yok etmez, sadece bulandırır. Travmatik bir bireyin yaptığı davranışlar zorunlu olarak “bilinçdışı”ndan kaynaklanmak zorunda değildir, bilakis fevkalade bilinçli de olabilir. Travmanın esas etkisi bilinç düzeyinin akılla bağında ortaya çıkar, dikkat edin, zekâ ile değil. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu örnekte de olan şey esasen bir akıl hastalığı değildir. Bu çocuklar ne hasta ne de akılsız değildirler. Yaptıkları şey doğru-yanlış ekseninden öte, makul bir şeydir. Elinde bulduğu tek imkânı kullandığı için kimin akılsız ya da hasta olduğunu iddia edebiliriz? İmkânları belirleyen hâkim ulusun/sınıfın tam da yapmaya çalıştığı şeyi sonuna getirmiştir bu çocuklar: Nefret duymuşlardır, “terör” eylemi gerçekleştirmiş ve “insanlık dışı bir şiddet örneği” ortaya koymuşlardır. Şiddet makinesi olarak sömürgeciliğin ortaya çıkardığı etkinin iki taraflı olduğundan bahsetmiştik. Sömürgeci cephede bunun bir örneği yine B serisindeki 3. vakadır. Bu vakada ele alınan 21 yaşındaki üniversite öğrencisi bir kadının babası polistir ve Cezayirlilere işkence uygulamaktadır, bu öğrenci de işkenceleri çoğu zaman duymaktadır ve bunun sonucunda süreç içinde babasından gittikçe uzaklaşır. Kendi deyimiyle “Bazen insan buna nasıl dayanabilir diye merak ederdim, işkenceyi değil, acı çeken bir insanın çığlıklarını duymayı kastediyorum.”. Bir gün babasının Cezayirliler tarafından vurulduğunu öğrenir, hastaneye geldiğinde de babası ölmüştür. Kendisi Cezayirlilerin haklı olduğuna inanmaktadır, Cezayirli olsa bir militan olacağını bile söyler. Buna karşın babasının ölümünden sonra sürekli bir anksiyete yaşamaktadır, elleri durmadan terler vs. Bu anksiyetenin yoğunluğundan ötürü sosyal ve akademik hayatında çeşitli zorluklarla karşılaşır. İşte, şiddet makinesinin yarattığı öfkenin şiddet olarak geri tepmesinde ortaya çıkan rahatsızlıklar biçim olarak farklı olsa dahi temelde yatan sebep aynıdır: Şiddetin yıkıcılığı. Kadının yaşadığı anksiyetenin sebebi babasının ölmesi midir, yoksa cenazede bile ona tiksinti duyduran “sömürgeciliğin aklanması” olgusu mudur? Bunun tartışmasını sizlere bırakıyor ve bu vakayla birlikte “bilinçdışı şiddet arzusunun” sömürgecide de sömürgede de çıkmadığını göstermiş olduğumuzu umuyor, şimdi Sartre’ın Fanon yorumunun bizce en sıkıntılı olan bölümüne değinmek üzere, Sartre-Fanon-Arendt üçgenini incelemeye geçiyoruz.
Sömürge Halklar Nasıl Özgürleşir?
On Violence (Şiddet Üzerine) başlıklı şiddeti inceleyen ve şiddet karşıtı bir tavır ortaya koyan ünlü incelemesinde Arendt’in bu tavrı koymasının, politik değil, düşünsel sebeplerinin en başında savaş kavramının 20. yüzyılda yaşadığı değişimdir. Ona göre savaş artık eskisi gibi kazanan-kaybeden ikiliğinden ibaret değildir. Özellikle İnsanlık Durumu (The Human Condition) eserinde incelediği gibi, ilerleyen teknoloji ve örneğin atom bombası gibi toplu yıkım araçlarının varlığı artık savaşların saf yıkıma dönüşebileceği bir çağa bizi sokmuştur. Bundan ötürü artık bir tarafın saldırdığı diğer tarafın ise savunduğu savaşlardan ziyade doğrudan “savaş ihtimali” üzerinden çatışmalar yaşanmakta ve bunlar da çoğu zaman sahada silahlı olarak değil, ekonomik kanallarla, politik baskılarla vs. olmaktadır. Nazi felaketini yaşamış bir çağın düşünürü olarak Arendt’in gerek pesimizmi gerek de Abd-Sovyet bloğunda görece tarafsız olan duruşunun sebeplerinden biri 20. yüzyılın umutsuz yapısıysa, işte biri de teknolojinin getirebileceği “yıkım”a dair duyduğu korkudur. İnsanlık Durumu’nun girişinde bahsettiği uydu örneği gibi birçok yerde bu konuyu incelemiş, kendi fikirlerince ele almıştır. Bu fikirler ve tartışma alanı olarak savaşın ve barışın neliği her ne kadar incelemesi pek değerli ve oldukça da ilginç olsa da konumuzla alakası çok yüksek olmadığı için bu kadarını vermekle yetinelim burada. Konumuzla ilişkili kısmına dönecek olursak, Arendt genel olarak “Yeni Sol” hareketlerin, çoğu zaman birbiriyle pek de alakası olmayan kişilerden oluşan; serseriler, öğrenciler, devrimciler vs. ve retorik gücüne dayanan, fikri derinliği zayıf hareketler olduğunu düşünür. Amerika’daki “Black Power” gibi hareketlerin fikri olarak zayıf olduğunu, eylemlerinin anlamsız ve sadece şiddeti yeniden üreten bir kısır döngünün kurucusu olduğunu, daha da kötüsü haksız olan iktidara söylem gücü sağladığını söyler. Arendt, bu hareketlerin çoğunun fikirlerinin Fanon’unkilerden uzak olduğunu ve Fanon’un fikirlerini doğru dürüst okumadıklarını söyler. Biz burada 20. yüzyıldaki hareketlerin durumunu incelemeyecek olmakla birlikte o dönemi çok iyi yansıttığını düşündüğümüz Zabriskie Point filminin incelenmesini tavsiye edeceğiz. Sinemanın engin zekâlarından Antonioni’nin Amerika’da çektiği tek film olma özelliğini taşıyan bu yapıt eylemliliğin doğasına dair hala güncelliğini korumaktadır bizce.
Meselenin pratik boyutundan öte teorik zeminini ele alacak olursak, Arendt Sartre’ı temelde Fanon’un fikirlerini çarpıtmakla suçlar. Her ne kadar yazının başından beri atıfta bulunsak da ön sözünün doğrudan alıntılamadığımız bir kısmında Sartre “Korku içindedirler, evet. Bu yeni aşamada sömürgeci saldırganlık sömürge insanı tarafından yeni bir tür terör olarak içselleştirilir. Bu terörle yalnızca bizim sınırsız baskı araçlarımız karşısında hissettikleri korkuyu değil, kendi öfkelerinin içlerinde esinlediği korkuyu da kastediyorum. Onlara nişan almış silahlarımızla bu korkutucu içgüdüler arasında, yüreklerinin derinliklerinden gelen ve her zaman tanıyamadıkları bu canice güdüler arasında tuzağa düşmüş durumdadırlar. Çünkü öncelikle bu onların şiddeti değil, bizim şiddetimizdir, geri dönerek büyür ve onları parçalar; bu ezilen insanların ilk tepkisi, kendilerinin de bizim de ahlaki olarak kınadığımız ama insanlıklarına kalmış tek sığınak olan bu utanç verici öfkeyi bastırmak olur. Fanon’u okuyun: Çaresizlik dönemlerinde duyulan çılgınca öldürme isteğinin sömürge insanının kolektif bilinçdışı olduğunu anlayacaksınız.” der. Sartre’ın burada en başta şiddetin şiddet doğurduğunu, devamında ise şiddetin ahlaken kınanan ama “elde kalan son çare” olarak başvurulan bir şey olduğunu söylemesindeki açık çelişki, birinde şiddetin bilinçdışı ve arzuyla ilgili bir şey olarak açığa çıkması, birinde ise mecburiyetten başvurulan bir çözüm yolu olarak açığa çıkmasıdır. İlkinde şiddet saf libidinal iken ikincisinde bir strateji olarak açığa çıkar. Stratejik olanın nasıl bilinçdışı olduğunun açıklamasını Sartre bize hiçbir yerde sunmaz. Öldürmek istenen bir şey midir, mecbur kalınan bir şey midir, yoksa her ikisi birden midir? Tüm bunlar Sartre’da cevapsız kalır. Arendt bu durumun anlamsızlığını fark etmiş biridir, Fanon’un Marksist olamayacağını iddia ettikten sonra Sartre’a geri dönerek: Sözcüklerde mutluluk bulan Sartre bu yeni imana ifade gücü veriyor. Şimdi Fanon’un kitabının verdiği güçle inanıyor ki, “şiddet,” “Aşil’in mızrağı gibidir, açtığı yaraları sağaltır.” Eğer bu doğru olsaydı, intikam, tüm dertlerimizin her derde deva ilacı olurdu, der. Bu dediklerinde gerçekten de oldukça doğru bir eleştiride bulunmuştur. Sartre adeta Fanon’un sanki örgütlenme, şiddetin araç olarak rolünün vs. görmezden gelerek bireysel şiddetin ilahi iyileştirici gücünden bahseder. Sömürgedeki bireyler her bir sömürgeciyi öldürmeden özgürlüğüne kavuşamayacaktır, ama bir kere özgürlüğüne kavuştu mu sosyalist kardeşliği de o getirecektir! Bu saf ve nasıl sorusuna yanıt vermeyen inanç yanlış olmasından öte fevkalade lümpen ve Sartre’ın yapmaya çalıştığını iddia ettiği şeyin aksine fevkalade Avrupamerkezci bir yaklaşımdır. Sömürgenin kurtuluşu sömürgeci ile girdiği diyalektik ilişkide değil, sömürgeciye karşı duyduğu tek taraflı şiddet üzere konumlanan bilinçdışı bağımlılığın çözülmesiyle ancak mümkündür. Öyle ki ön sözün ilerisinde Sartre sömürge ulusun kendi inançlarına, kültürüne duyduğu bağlılığın ancak geçici evrede, ne ironiktir ki Sorel’ci bir mitmişçesine sarılmayla ortaya çıkacağını, bir kere özgürlük sağlandı mı bunlardan hemen halkın kopacağını iddia eder. Kültürü yadsımanın böylesi! Sartre sömürgenin kurtuluşunda şiddetin gerekliliğini ispatlamaya çalışırken halkın devrimci örgütlenmesinin gerekliliğini ve arzu-bilinç mekanizmalarının çalışma prensiplerini fevkalade ıskalar, kaş yapayım derken göz çıkarır. Bu açıdan Arendt’in Sartre’a yönelttiği eleştirilerin doğruluğuna biz de katılmaktayız. Lâkin bu Arendt’in lümpen tavrını benimsediğimiz anlamına gelmemektedir. Başka bir yazı olsaydı belki de çok daha detaylı ele alabileceğimiz bu konuya ilişkin olarak sadece Arendt’in dediklerinin tarihi olarak yanlışlandığını, şiddetsiz direnişin dönüştürücü gücünün her örnekte açığa çıkmadığını ve savaşın total yıkımdan ziyade halen sahada aktif bir şekilde var olabildiğini gördüğümüzü söylemekle yetineceğiz.
Sonuç ya da 2025 Yılında Fanon
Halen daha anlaşılması ve değiştirilmesi gereken bir dünyada yaşıyoruz. Birçok yerde süren aktif soykırımlar, şiddet örnekleri ve her şeyden öte dünyanın bütününe yayılmış olan sınıf çatışmaları Fukuyama gibi liberallerin iddia ettiğinin aksine tarihin sonuna gelmediğimizi ve hala yazılmak, yapılmak üzere bir tarihin bizi beklediğinin bizce en net örneklerinden. Fanon’un 20. yüzyıldaki devrim hareketlerine ilişkin çözümlemeleri ve özellikle de kendisi görememiş olsa dahi devrimden sonrasına dair yazmış olduğu, maalesef bizim burada inceleyemediğimiz metinlerin doğruluğunu devrimin hemen sonrasında başlayan süreçten Arap Baharı sonrası döneme dek Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da ve daha çeşitli birçok yerde gördük. Döneminin pesimist solunda ve demokratlarında çok yaygın görülen ümitsizlik ve paranoyadan uzak olarak Fanon tüm bu olasılıklara karşın halkların özgürlüğünün kaçınılmaz olduğuna inanmış ve bir entelektüel olarak, psikiyatri dalındaki uzmanlığının da ona sağladığı kolaylıklar sayesinde, halkla ve devrimle, direnişle her zaman iç içe olmuş, 11. Tez’de Marx’ın söylediği dünyayı “değiştirme”nin gerekliliğini görmüş ve bunu kendi hayatında da yansıtmıştır. Basit kınamalar ve teknik “analizler” içinde boğulup iktidarın söylevini çeşitli dallarda farklı şekillerde ama öyle ama böyle yineleyen ve bir ölçüde yenileyen akademiden uzak, gerçek bir entelektüeldir Fanon. 2025 yılında akademinin bu özelliğinin iyice ayyuka çıktığı bir dönemdeyiz. Gerek Türkiye sınırları içinde gerek ise global akademide özgür sesler susturuluyor, muhalif seslere ise ancak iktidarın söylemini öyle ya da böyle yeniden üretildiği sürece izin veriliyor. Filistinliler acı çeken bir halk, İsrail bazı yanlışlara düşen bir devlet, Kürtler tarihi süreçte kimi zorluklar yaşamış bir millet vs. olarak addediliyor, muhalefetin özünü oluşturan talepler ve halkların kollektif arzusu hâkim söylemin bir motifi haline getirilip eritiliyor. Al Jazeera’da yayımlanan Mark Levine’in “Fanon’s conception of violence does not work in Palestine” başlıklı yazısını burada Fanon’un güncelliğine eleştirel ve kelimenin tam anlamıyla “güncel” bir giriş yapmak isteyenlere tavsiye ediyor, ezilen halkların özgürlüğünün kaçınılmaz olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz.
Aldanmıyorsam bir zamanlar hayatım, önüne
bütün gönüllerin açıldığı, yoluna bütün şarapların
döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum Güzelliği-Terslik
edecek oldu-İler tutar yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Selam olsun adalete karşı bayrak açan Filistin halkına ve selam olsun onların mücadelesine.



