Jack London Dosyası - II Üst İnsan Wolf Van Weyden
- Hazal Turanlı
- 24 Eki
- 8 dakikada okunur
Deniz Kurdu (1904), Jack London’ın denizcilik üzerine yazdığı yayınlanan iki kitabından ilkidir. Kimileri tarafından Martin Eden (1909) için bir ön çalışma gibi görülüyor olsa da bundan çok daha fazlasıdır. Bir kitapta hayatı denizde geçen gaddar bir entelektüel (Wolf Larsen) ile karadaki modern hayatından kopup denizin acımasızlığına uyum sağlayan bir entelektüelin (Humphrey Van Weyden) ilişkisi anlatılırken; diğer kitapta karadaki entelektüel yaşama alışmaya çalışan cahil bir denizcinin mücadelesi anlatılır. Jack London’ın hangi sırayla (belki de eş zamanlı) hangi kitabı yazdığını bilmiyoruz. Fakat her iki kitabın elementlerinden yola çıkarak Deniz Kurdu’nun ana karakterleri olan Wolf Larsen ve Humphrey Van Weyden’ın özelliklerinin Martin Eden karakterinde toplandığını söylemek çok da isabetsiz bir tahmin olmayacaktır. Tüm bunlara rağmen Deniz Kurdu, okuyucu tarafından Martin Eden’ın gölgesinde bırakılmıştır.

“Biliyor musun Hump, bu benim etik sözcüğünü bir adamın ağzından ilk işitişim. Bu gemide bunun ne anlama geldiğini bilen bir tek sen ve ben varız.”[1]
Hayalet zalimliğin, yozlaşmanın ve kötülüğün çeşitli hallerinin varlıklarını sürdürdüğü bir uskuna. Barışçıl bir entelektüel beyefendi olan Humphrey Van Weyden’ın kendini bu tayfanın arasında bulması büyük talihsizlik doğrusu, hele ki kaptan Wolf Larsen iken.
Humphrey Van Weyden, San Francisco’da yaşayan, eğitimli bir edebiyat eleştirmenidir. Bir ocak ayının cumartesi öğleden sonrası, âdet edindiği üzere, arkadaşı Charley Furuseth’in yazlık kulübesine gitmek için, Sausalito ile San Francisco arasında dördüncü ya da beşinci seferine çıkan buharlı vapur Martinez’e biner. Fakat şiddetli bir fırtına, geminin kontrolünü kaybetmesine yol açar ve diğer yolcularla birlikte Van Weyden da kendini soğuk sularda bulur. Soğuk su ve dev dalgalar arasında mücadele etmenin sonuna yaklaşırken Japonya’ya fok avlamaya giden Hayalet tarafından kurtarılır. Bilinci yerine geldiği zaman uskunada şahit olduğu ilk olay ölmek üzere olan ikinci kaptana Wolf Larsen’ın edebi küfürleri ve bağırışları olunca sahip olduğu modern değerlerin buradan kara uzaklığında olduğunu anlar. Van Weyden’ın bu değerlerle ilk tanışması ölüm olgusu üzerinden olmuştur: ölüye bile saygı yoktur. Cenaze töreni, kaptan Wolf Larsen’ın bir kısmını hatırladığı dua eşliğinde bedenin denize atılmasıyla gerçekleştirilir. Bedenin atılmasının ardından hemen yeni bir ikinci kaptan (Johansen) seçilir. Denizdeki yaşam, yas tutmak için elverişli değildir. İnsanın var oluşunun değeri, yapabildiği katkı kadardır ve ölüler katkıda bulunamazlar.
Van Weyden, acımasız tayfanın içinde medeniyet ve hayatta kalma mücadelesi arasında gidip gelirken Kaptan Wolf Larsen’ın diğerleri kadar yozlaşmış olmadığını, bu iri cüsseli, gücüyle çevresine korku saçan adamın kendisinden beklenmeyecek şekilde bilime, edebiyata ve felsefeye ilgili olduğunu keşfeder. Böylelikle “Hump”[2]ın Hayalet’teki yaşamı, bir yandan aşçının yanında ayak işleri yaparak bir yandan da Wolf Larsen’ın entelektüel tartışmalarına eşlik ederek geçer. Fakat Wolf Larsen’ın uskunadaki otoritesi, bu entelektüel ortaklıkta da devam etmektedir. Wolf Larsen hem fiziksel hem entelektüel olarak Hump’tan daha dayanıklı olduğunu sıkça belirtir ve onun mevcut hassaslığını sert bir şekilde eleştirir. Dolayısıyla, Wolf Larsen ve Hump’ın arasındaki çatışmanın temelinde, kendi yaşamına sahip çıkma ve hayatta kalabilme gücü yer alır. Wolf Larsen’a göre yaşamın doğasında yaşamak ve devinmek vardır. Onun için yaşam, pasif bir şekilde elde edilmiş bir armağan değildir. Bundan dolayı Van Weyden’ın ayrıcalıklı yaşamını, yaşam olmamakla eleştirir. Yaşam, kendisine değerli oluşu dışında değersizdir ve ona bu değeri veren, kişinin içindeki yaşamın kendisidir. İnsan kendi ölümsüzlüğünü, içindeki yaşamın sonsuza kadar canlı kalmak istemesinden dolayı düşler.
Tam da bu noktada her iki karakterin analizini, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli eserinde ortaya koyduğu üst insan (Übermensch) ve sıradan insan (Mensch) kavramları üzerinden ele alınabilir. Nietzsche, “Tanrı öldü.” ifadesiyle Tanrı’nın insan yaşamı üzerindeki belirleyici etkisini kaldırmıştır. Modern insan artık Tanrı’yı ahlakın temeli olarak görmemektedir. Dolayısıyla artık insan için dışsal bir otorite mevcut değildir.
Artık Tanrı’nın boşluğunu dolduracak, mutlak değerlere ihtiyaç duymayan yeni bir kavrama ihtiyaç vardır: üst insan. Üst insan, insanın mevcut sınırlarını aşarak kendi değerlerini yaratarak hayatını şekillendiren güçlü bir iradeye sahip bireydir. Güç istencine (Wille zur Macht) sahiptir ve kendi gücünü sürekli artırır. Hayatın zorluklarına ve kaosa “evet” der (Amor Fati), onları güçlenme fırsatına çevirir.
Sıradan insan ise gelenek, sosyal normlar ve inancın belirlediği, sınırlanmış, pasif ve uyumlu bireyi tanımlamaktadır. Toplumda hâlihazırda kabul edilmiş kavramları sorgulamadan kabul eder. Bir tür konfor arayışındadır, değişimden çok düzenlilik ister. Kendi kaderini belirleme ve değer yaratma kapasitesi sınırlıdır, yani güç eksikliği vardır.
Wolf Larsen ve Humphrey Van Weyden’ın karakter özellikleri, Nietzsche’nin bu iki kavramı üzerinden okunabilir. Her ne kadar hızlı bir akıl yürütmeyle hangi karakterin hangi kavrama daha uyumlu olduğuna karar verebiliyor olsak da eserdeki nüanslar, göründüğü kadar keskin ve net bir ayrımın olmadığını bize göstermektedir.
Wolf Larsen’a göre Van Weyden, sahip olduğu hiçbir şey için mücadele etmemiştir. Pasif bir şekilde yaşamış, modern hayatın sosyal düzenini ve etik değerlerini sorgulamadan kabul etmiş veya onları problematik haline getirmeye gerek duymamıştır:
Yumuşak yataklarda uyuyor, daha güzel giysiler giyiyor ve daha iyi yemekler yiyordun. O yatakları kim yaptı? Ya o giysileri? Ya o yemekleri? Sen değil. Sen hiç kendi alın terinle bir şey yapmadın. Babanın kazandığı bir gelirle yaşadın. Sen sümsük kuşlarının üstüne çullanıp yakaladıkları balıkları aşıran bir deniz kuşu gibisin. Adına hükümet dedikleri şeyi kuran, bütün diğer insanların efendisi olan ve başkalarının kazandığı ekmeği yiyen ve bunu tek başlarına yemekten hoşlanan o insan topluluğundan birisin. (London, 2014, s. 50)
Van Weyden gerçekten de Hayalet’e düşene kadar “o insan topluluğundan biri”ydi. Wolf Larsen, modern hayatın tüm bu düzenini, Tanrı’yı, ruhu ve ahlakı reddeder. Yalnızca bedenin gücüne ve yaşamın gerçekliğine inanır. Onun için yaşam, güçlünün zayıfa hükmettiği bir alandır. Van Weyden, tüm bu düzenin temsilcisidir ve kader onu Wolf Larsen’ın ayağının ucuna kadar getirmiştir. Sahip olduğu gücü Van Weyden’ın üzerinde kullanıp onu Hump’a dönüştürmesi kaçınılmazdır. Hump, artık Hayalet’in tayfasından biridir, aşçının yanında çalışmaya başlar, şahit olduğu acımasızlıkları kanıksar ve kuşkuyla yaklaştığı Wolf Larsen’ın düşünce dünyasından etkilenmeye başlar.
Denizde sürülen yaşamın bir diğer gerekliliği sağlam bir vücuda sahip olmaktır. Van Weyden’ın, ayrıcalıklı bir ailenin çocuğu olarak hiçbir zaman güçlü olması gerekmemiştir. Dolayısıyla büyüdüğü çevrede kaslı bir vücuda sahip olmak takdir edilen bir durum değildir. Fakat Hayalet’te statünün getirdiği güç, tek başına yeterli değildir. Geminin kaptanı aynı zamanda fiziksel güce de sahip olmalıdır:
Ama Wolf Larsen kendi kusursuzluğu içinde tam bir erkek, adeta bir tanrıydı. Etrafta dolanır ya da kolunu kaldırırken satenimsi derisinin altında iri kaslar fırlayıp deviniyordu. Güneş yanığının yüzüyle son bulduğunu söylemeyi unutmuşum; İskandinav kalıtımı sayesinde bedeni en açık tenli kadınınki gibi açık renkti. (London, 2014, s. 141)
Hump’ın vücudu her geçen gün daha dayanıklı hale gelirken denizin değerlerini kabullenmeye başlar. Wolf Larsen, uskuna ve denizdeki kaos durumunda bir Tanrı gibi parlamaktadır. Hump, bir değer boşluğu içindedir. Kendi tanrısı ve uyduğu ahlaki normlar Hayalet’te anlam ifade etmemektedirler. Bu yüzden kabul gören yeni değerler bulması gerekmektedir: Wolf Larsen. Hump’ın Wolf Larsen’ı bir Tanrı olarak tasvir etmesi, sıradan insanın bağlanacak bir değer aramasına benzetilebilir. Böylelikle, Hump’ın ona duyduğu korku ve nefret, hayranlıkla harmanlanmaya başlamıştır.
Wolf Larsen ve Hump’ın asimetrik ilişkisi, Kaptan’a karşı çıkan ayaklanmadan sonra farklı bir yöne evrilir: Van Weyden ikinci kaptan olur. Artık otorite alanında söz sahibi olmuştur, dolayısıyla karar almak ve değer üretmek zorundadır. Aynı zamanda kendinden çok daha büyük bir otorite olan Wolf Larsen’ın karşısında sınırlarını öğrenmelidir. Fakat Van Weyden yeni değerler üretmek yerine Wolf Larsen’ın değerlerine bağlı kalmaya devam eder. İkilinin ilişkisinin durulmaya başladığı bu süreçte Maud Brewster, Hayalet’teki yaşama katılır. Maud, Van Weyden gibi deniz kazasından kurtulmuş ünlü bir yazardır. Her iki kaptan da kendisinden çok etkilenir. Wolf Larsen için Maud, daha önce hiç karşılaşmadığı bir kadın figürüdür: zeki, kibar ve dirençlidir. Fakat Maud her geçen gün Wolf Larsen’dan daha çok tiksinmekte ve korkmaktadır. Bu yüzden Birinci Kaptan onu elde edemez. Maud’a öfkeyle yaklaşır ve tartışmalarında onu aşağılamaya çalışır. Esasında Maud, Wolf Larsen’ın güç istencinin sınırı olarak karşımıza çıkan bir figürdür.
Maud’un Hump ile ilişkisi ise sonrasında büyük bir aşka dönüşecektir. Hump’ın dönüşümü, Wolf Larsen ile çatışmasından değil, Maud ile kurduğu ilişki ile başlar. Maud ile/onun için hayata tutunan, dayanıklı ve güçlü bir insana dönüşür. Başka bir deyişle Maud, Van Weyden’ın üst insana dönüşüm aşamasının başlatıcısıdır.
Maud’un üçüncü bir faktör olarak entelektüel tartışmalara katılması ile yalnızca Van Weyden’ın dönüşümü başlamaz; aynı zamanda Wolf Larsen’ın karakteri çözülmeye başlar. İnsan kararı üzerine yaptıkları bir tartışmada Maud, kararı verenin arzu değil ruh olduğunu söyler. Ona göre bir ruh iyiyse iyi olan eylemi arzular ve gerçekleştirir, kötüyse tam tersini. Wolf Larsen’ın düşüncesi bu yaklaşımdan çok farklıdır: “Benim görüşüme göre, insan bir şeyi arzuladığı için yapar. Pek çok arzusu vardır. Acıdan kaçınmayı ya da zevke dalmayı arzulayabilir. Ama her ne yaparsa yapsın onu arzuladığı için yapar.” (London, 2014, s. 244)
Tam bu noktada Wolf Larsen’ın üst insan temsili çökmektedir çünkü üst insanın öne çıkan ilk özelliği, öncesinde Tanrı’ya yüklenmiş olan, kendi ahlakını kurabilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Arzu kavramı ise üst insanın güç istencinin bir biçimidir. Fakat arzu, yalnızca hazların tatmin edilmesi anlamına gelmez; aynı zamanda kendini aşma ve yaratma biçimidir. Dolayısıyla üst insan, kendi arzularından yalnızca kendisi için geçerli bir düzen kurabilir. Burada önemli olan nokta üst insanın arzularını bastırmıyor oluşunun yanında onların kölesi de olmayışıdır. Arzu etik bir rehber değildir. Onları yönlendiren ve yaratıcı bir güce dönüştüren üst insandır. Wolf Larsen’ın arzu ile ilgili yaklaşımı ise Nietzsche’ci üst insana ters düşmektedir. Ona göre arzu, insanın kendini kaptırdığı, üzerinde herhangi bir kontrol sahibi olmadığı bir duygu durumudur. Wolf Larsen’ın insanı arzularının bir “kuklası” olarak tanımladığı bu andan itibaren onu bir üst insan temsili olarak kabul etmeye devam etmemiz doğru olmayacaktır.
Romanın bir diğer kırılma noktası Maud ve Hump’ın Hayalet’ten, yani Wolf Larsen’dan, kaçarak “Emek Adası”na yerleşmesidir. Yalnızca kendilerine ait olan bu adada kendi “emek”leriyle bir barınak kurarlar ve huzurlu bir şekilde yaşamaya başlarlar ve ikili birbirine duygusal olarak bağlanır. Bu huzur ve sevgi dönemi bir sabah, Hayalet’in parçalanmış bir şekilde denizde görünmesiyle son bulur. Uskunada derin bir sessizlik hüküm sürmektedir çünkü güçlü bir fırtınada tayfanın bir kısmı boğulmuş bir kısmı ise hastalıktan ölmüştür. Hump keşif için uskunaya çıktığında sancılar içinde kıvranan Wolf Larsen’ı görür ve dehşete kapılır. Dünyanın en ıssız köşesinde bile güzel olan her şeyi yıkmak için onları bulmuştur. Elindeki silahı büyük bir öfkeyle ona doğrultur fakat ateş etmez, edemez. Bunun yerine onu zincirlerler:
“Eee… Niye ateş etmiyorsun? Hump, sen bunu yapamazsın. Aslında pek korkmuyorsun. Sen güçsüzsün. Geleneksel ahlak anlayışın senden güçlü. Tanıdığın ve hakkında bir şeyler okuduğun insanlar arasında inanılan görüşlerin tutsağısın sen. Onların doğrusu, kekelemeye başladığın andan beri kafanın içinde davul çalıyor ve o doğru, kendi felsefenin ve sana öğrettiklerimin aksine, silahsız, direnmeyen bir adamı öldürmene izin vermeyecek.” (London, 2014, s. 301)
Bu sesleniş, Wolf Larsen ve Hump’ın çatışması üzerinden üst insan ile sıradan insanın ahlak farklılıklarını çok başarılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Hump, kendisine türlü işkenceler çektirmiş, yaşayan en kötü insan diye tanımladığı kişiye karşı gücünü kullanamamıştır çünkü inandığı ve bildiği ahlâk kalıpları, silahsız bir adamı silah ile vurmasını engellemektedir. Hump, “büyük maya” olmasını sağlayacak güç istencini sürekli bastırır. Her ne kadar bir tür kendini aşma sürecinden geçmiş olsa da bir yerde tıkanır. Van Weyden’ın üst insana potansiyel bir yönelimi vardır fakat tam anlamıyla ulaşamaz. Wolf Larsen ise güç istencine biçim vermede ihtiyatlı değildir. Gücü yalnızca tahakküm biçiminde kullanır ve yeni değerler yaratmaz, yalnızca olanları yıkar. Bundan dolayı bir tür üst insan karikatürü olarak kabul edilebilir.
Wolf Larsen’ın gemideki durumu her geçen gün kötüleşir. Hayatı boyunca çektiği yoğun baş ağrıları[3], bir bir kabiliyetlerini sınırlar ve en sonunda felç olur. Artık Hump’ın onu bağladığı zincirlerden kurtulabilse de vücudunun ona vurduğu zincirden kurtulamayacaktır. Wolf Larsen, zamanla son sağlıklı yetilerini de kaybedince düşünceleriyle beraber sessizlik ve karanlık içinde kalır fakat içindeki yaşam, yaşamak için direnmektedir. Artık onun için bu dünya yoktur ama keskin zekasıyla hâlâ mayanın bir parçası olmaya devam eder. Düşünceler denizinin ortasında sadece kendi benliğinin farkında olarak, bu kadar zalim, güçlü ve zeki bir adamın sahip olabileceği en huzurlu ölümü deneyimler. Ve Hump, yalnızca bir kısmını bildiği vaaz eşliğinde özgür ruhun cesedini Hayalet’ten uğurlar: “Ve beden denize atılacaktır.”
[1] London, J. (2014). Deniz Kurdu (F. Kâhya, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 76.
[2] Jack London bu sözcüğü hem Humphrey’nin kısaltması olarak hem de argoda hörgüç, kıç, cinsel ilişkide bulunmak gibi anlamlara geldiğinden hakaret olarak kullanır.
[3] Nietzsche’nin de ağrılardan mustarip bir yaşam sürmesi ve 1879’da (35 yaşında) profesörlüğü bırakması güzel bir tesadüftür.
Kaynakça
London, J. (2014). Deniz kurdu (Çev. Levent Cinemre). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Nietzsche, F. (2020). Böyle buyurdu Zerdüşt (Çev. Mustafa Tüzel). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.



