top of page

Jack London Dosyası - I : Bourdieu Gözünden Martin Eden

  • Yazarın fotoğrafı: Atahan Okay Uğur
    Atahan Okay Uğur
  • 29 Ağu
  • 5 dakikada okunur
ree



İnsanın daha fazlasını arzulaması, yalnızca tüketim alışkanlıklarında değil, kendi varlığını dönüştürme çabalarında da açığa çıkar. Kimi bu çabayı farkında olmadan sürüklenerek yaşar, kimi de bilinçli tercihlerle kendine hedefler koyar. Kimileri ömrü boyunca kendini yenileme isteğinin peşinden giderken kimileri ise kısa sürede mevcut kişiliğine hızlıca razı olur. Her durumda “kendini aşma” arzusu, modern hayatın dilinde sıkça tekrar edilen gelişmek, dönüşmek, yeniden doğmak gibi kalıplarla karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu arzu her zaman toplumsal yapının sert sınırlarına çarpmış, kişinin mücadelesini sınıfsal konumuyla, sahip olduğu imkânlarla ve çevresiyle örülü bir çatışmaya dönüştürmüştür. Jack London’ın 1909 tarihli yarı-otobiyografik romanı Martin Eden da bu çatışmadan doğan gerilimi anlatarak ‘kendini aşma’ mücadelesinin tuzaklarını görünür kılar.

 

Roman, aşkın ve bilginin etkisiyle kendini aşmaya yönelen bir karakterin dönüşüm serüvenini konu alır. Bu serüven başta bireysel bir azim öyküsü gibi görünse de, derinlerinde toplumsal yapının görünmez duvarlarını, sınıf atlama yanılsamasını ve yükselişin getirdiği yabancılaşmayı gözler önüne seren sert bir eleştiridir. Yol boyunca Martin’in toplumsal baskıların birey üzerinde açtığı duygusal ve düşünsel kopuşları gösteren yazar, hem sınıf yapılarının hem de başarıya yüklenen yanıltıcı değerlerin içini boşaltır.

 

Kitap, genç ve eğitimsiz bir denizci olan Martin’in, burjuva sınıfından Ruth Morse’a duyduğu aşktan dolayı kendini dönüştürmeye karar vermesiyle başlar. Bu aşk, Martin’de hem sosyal hem de kültürel anlamda yukarıya tırmanma isteğini, yani kendini aşma arzusunu körükler. Martin, bedeninin denizcilikten alışık olduğu disiplinle okumaya, yazmaya ve düşünmeye sarılır. Amacı, edebiyat dünyasına girerek entelektüel bir yazar olarak sınıf atlayıp Ruth’a yakışır biri olmaktır. Fakat Martin’in bu yolculuğu ağır ve sancılı bir süreçtir. Zira Martin bu mücadelesinde üç yıl boyunca yoksullukla boğuşur, yazıları reddedilir ve çevresinin küçümsemesiyle karşılaşır. Bu süreçte Martin, bir yandan kökenlerinden uzaklaşırken, bir yandan da girmeye çalıştığı çevreye tam anlamıyla ait olamaz. Yine de Martin, tüm bu hendeklere rağmen idealinden vazgeçmez ve olmak istediği kişiye dönüşmek için başlattığı mücadeleye devam eder.

 

Mücadelesi boyunca entelektüel gelişimi derinleşen Martin’in bakışı da keskinleşir ve dünyayı daha eleştirel görmeye başlar. Bu yeni bakış açısı ise onu yalnızlaştırır. Bir zamanlar hayranlık duyduğu seçkinleri artık sığ ve halkın gerçek mücadelelerinden kopuk bulur, yeni çevresindeki insanların ikiyüzlülüğü ve yüzeyselliğinden giderek daha çok rahatsız olur. Eski arkadaşları ve ailesi için ise Martin artık fazla değişmiştir, yeni çevresindekilerin gözünde ise hâlâ tam anlamıyla “bizden” değildir. İki dünyanın arasında kalan Martin’in yalnızlığı derinleşir ve aidiyet duygusunda sarsılmalar kendini gösterir.

 

Bütün bu yabancılaşmaya rağmen, azmi onu sonunda başarıya ulaştırır. Zamanında reddedilen yazıları artık büyük yayıncılar tarafından kabul edilir, eserleri yüksek paralar karşılığında yayımlanır, okuyucu kitlesi ve hayranları hızla artar. Şöhretinden önce Ruth’un ailesi tarafından küçümsenen Martin, sahip olduğu başarıyla Ruth’un aşkını ve ailenin rızasını kazanır. Dolayısıyla Martin, arzuladığı hayata sahip olmak için verdiği çabanın karşılığını alır. Ancak bu başarı ve yükseliş, ona mutluluk getirmek yerine boşluk ve hayal kırıklığı bırakır. Burjuva dünyasına girmeyi başarmıştır, fakat onların değerlerini içselleştirmeyi başaramamıştır. Eski sınıfına karşı da yabancılaştığı için oranın değerlerini de benimseyemez hale gelmiştir. Dolayısıyla Martin artık hiçbir yere ait değildir. Romanın sonunda Martin, yaşadığı aidiyet kaybının yarattığı varoluşsal çıkmazla denizlere döner ve tüm gücüyle okyanusun derinlerine doğru yüzerek intihar eder. Böylece Martin Eden, yalnızca bir denizcinin entelektüel bir yazara dönüşme öyküsüyle değil, ayrıca bireyin kendini gerçekleştirmeye çalışırken aidiyetini kaybetmesinin trajidisiyle de sonuçlanır.

 

Martin, zihnini baştan kurması ve içinde bulunduğu hayatın yönünü değiştirme iradesini göstererek kendi yarattığı benliğin içinde boğulmaya mahkum olan derinlikli bir karakterdir. Bu karakterin sahip olduğu derinlik, romanın yalnızca bir başarı veya azim hikayesi olarak okumaktan çıkararak, sınıf atlamanın alegorisi ve kendini gerçekleştirme yolundaki eylemlerinin bir çöküşe, çözülmeye ve yabancılaşma mantığını içinde saklamaktadır. Bu derinlik, yalnızca edebi değil, aynı zamanda sosyolojik bir analizle incelenmeyi gerektirmektedir. Bu noktada Pierre Bourdieu’nün “habitus”, “sermaye” ve “alan” üçlüsü, Martin Eden’i yeniden okumak mümkündür.


 

Bourdieu’nün Kavramlarıyla Martin Eden

 

Bourdieu, toplumsal dünyayı anlamak için birbirine bağlı kavramlardan oluşan bir dil kurar. Ona göre, bir bireyin toplumsal konumu ve hareket alanı, sahip olduğu farklı türde “sermaye”lerle belirlenir. Ekonomik sermaye, parayı, mülkü ve maddi kaynakları kapsar; kültürel sermaye ise bilgi, beceri, zevkler ve eğitim gibi, kişinin hem zihnine hem bedenine yerleşmiş özelliklerdir. Bu kültürel sermaye bazen içselleşmiş bir dünya görüşü ve tarz, bazen kitaplar veya sanat eserleri gibi nesnelleşmiş biçimler, bazen de diploma gibi kurumsallaşmış belgeler hâlinde ortaya çıkar. Sosyal sermaye ise, bireyin ilişki ağları ve bağlantılarıdır; bu ağlar, yeni fırsatların kapısını açabilecek görünmez köprülerdir. Bu sermayelerin toplum içinde tanınmış, meşru ve prestijli hâle gelmiş biçimine ise sembolik sermaye denir. Ancak bu sermaye türlerinin nasıl kullanıldığı, bireyin “habitus”u ile doğrudan ilişkilidir. Habitus terimi ise, kişinin çocukluktan itibaren içinde büyüdüğü toplumsal koşulların ona kazandırdığı derin, kalıcı ve çoğu zaman farkında bile olunmayan düşünme, algılama ve davranma kalıplarını temsil eder. İnsan, neyin mümkün, neyin arzu edilir veya “bizden” olduğuna dair kanıyı bu rehber sayesinde elde eder. Bu nedenle, yeni deneyimler habitusu değiştirebilse de, onun temel dokusu kolay kolay silinemez. Tüm bu yaşananlar belirli “alan”lar içinde işler. Alan, kendine özgü kuralları, değer hiyerarşileri ve rekabet biçimleri olan özerk bir toplumsal mikrokozmostur: edebiyat dünyası, akademi, burjuva sosyetesi ya da işçi hareketleri… Her alan, kendi oyununu kurar ve oynarken içine girmek isteyenlerden yalnızca sermaye değil, aynı zamanda o oyunun ruhunu kavramış bir habitus da talep eder.

 

Dolayısıyla Bourdieu'ye göre, bireylerin sahip olduğu sermaye bileşimi ve miktarı, onların toplumsal alandaki konumunu belirler. Habitus ise bu konuma uygun eğilimler (arzular, beklentiler, davranış tarzları) geliştirir. Genellikle bireyin sermayeleri ile habitusu uyum içindedir ve bu uyum, toplumsal düzenin sürdürülmesini kolaylaştırır. Radikal bir sınıf atlama, sermaye birikimi kadar habitusun dönüşümünü de gerektirir ki bu son derece zor ve acılı bir süreçtir. Bourdieu’ye göre, sermaye bileşimi ve habitus arasındaki uyum, bireyin toplumsal düzen içindeki konumunu belirler. Radikal sınıf atlamalar, yalnızca sermaye birikimiyle değil, habitusun dönüşümüyle de mümkündür. Ancak bu dönüşüm, çoğu zaman zorlu ve sancılıdır.

 

Peki Martin’in serüveni, Bourdieu’nün sosyolojisiyle nasıl okunabilir? Bu analizi yapabilmek için Martin’in başlangıçtaki sınıfsal konumundan entelektüel ve maddi başarıya uzanan yolculuğunun Bourdieu'nün sermayelerin habitus içinde şekillendiği ve toplumsal yapının değişime dirençli olduğu yönündeki teorisini çürütüp çürütmediği incelenmelidir.


 

Martin Eden: İstisna mı, Kanıt mı?

 

İlk bakışta Martin Eden’ın hikâyesi, Bourdieu’nün teorisine meydan okuyormuş gibi görünür. Başlangıçta neredeyse hiç ekonomik sermayesi yoktur, burjuva anlamında kültürel sermayesi yetersizdir, sosyal sermayesi sınırlıdır ve habitusu işçi sınıfına özgü doğrudanlık ve fiziksel güç merkezlidir. Amacıysa Ruth’un temsil ettiği burjuva alanına girmektir.

 

Zamanla Bourdieu’nün kültürel sermaye birikimi, Martin’in derin ve yoğun bir okuma yazma süreciyle gelişir. Sembolik sermayesi, Martin’in ürettiği onlarca eser arasından sıradan bir yazısının beğenilmesi sonucunda gelişir. Bir yazısı beğenilince diğer yazılarıyla da şöhretini büyüten Martin, kazandığı prestijle kendisine kapalı olan kapıların açılmasına şahit olur. Ekonomik sermaye mücadelesi ise bu şöhretten gelen parayla büyür. Sosyal sermayesi de edebiyat dünyasıyla kurduğu bağ sonucunda burjuva sınıfından aldığı takdirle gelişmiştir.

 

Dolayısıyla kitabın sonlarına doğru Martin’in aslında istediği kişiye dönüşüp “başardığına” dair bir algı oluşabilir. Sonuçta yoksulluktan gelen genç denizci, kendi kendini yetiştirip edebiyat dünyasında tanındı, şöhret ve para kazandı. Ancak romanın asıl trajedisi, bu sermaye zaferlerinin, Martin’in içsel dünyasında hiçbir aidiyet türünden karşılık bulmamasıdır. Çünkü Bourdieu’nün tarif ettiği gibi, sermaye birikimi tek başına yeterli değildir, yeni konuma uygun bir habitus olmadan bu başarılar bir tür yabancılaşma tuzağına dönüşür.

 

Böylece Martin’in yeni kazandığı sermayelerin, eski habitusunun köklerini söküp atmaya yetmeyeceğini anlayabiliriz. Zira burjuva dünyasına kazandığı sermayelerle girebilse de, değerlerini içselleştiremez. İşçi sınıfı kimliğine de yabancılaştığı için iki dünya arasında sıkışır. Sahip olduğu ekonomik ve sembolik sermaye, tatmin yerine anlamsızlık getirir. Ruth’a duyduğu aşk bile eski büyüsünü kaybeder. Burjuva alanının kendi değerlerini doğal ve evrenselmiş gibi dayatması, Martin’in hem mücadelesini hem başarılarını sorgulamasına neden olur.

 

Böylece Martin, eski habitusu ile yeni konumu arasındaki uyumsuzluk arasındaki çatışmada boğulur. Bu uyumsuzluktan doğan çatışma, Bourdieu’nün “hysteresis” dediği habitus çatışması fikrini temsil etmektedir. Martin, yeni alanın kurallarını öğrenmiş ama özümseyememiştir, eski dünyasından kopmuş ama tamamen yeni dünyaya da tutunamamıştır. Bu çatışma, onun gözünde her iki alanın (sınıfın) da değerini aşındırır.

 

Bu çatışmaların yoğunluğu, Martin’in tekrar denizlere dönüp kendini boğularak intihar etmesiyle sonuçlanır. Dolayısıyla roman, Martin'in başarısına rağmen yaşadığı derin mutsuzluk ve yabancılaşmayı anlatarak bu soruya net bir yanıt verir. Martin'in trajedisi, Bourdieu teorisini dramatik bir şekilde doğrular: Martin’in biriktirdiği ekonomik, kültürel, sosyal ve sembolik sermayeler, onun toplumsal konumunu değiştirmeye yetse de, içselleşmiş habitusunu dönüştürmeye yetmez. Habitus-sermaye uyumsuzluğu, başarıyı kalıcı aidiyete dönüştürmez. Martin’in intiharı, bireysel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde yüzeysel kalır. Çünkü bu intihar, bireysel çabaların sonucunda gerçekleşen toplumsal bir yenilginin eseridir.

 

 

 
 
bottom of page