top of page

Anlamsızlık Üzerine Deneme

  • Yazarın fotoğrafı: Ataberk Yıldız
    Ataberk Yıldız
  • 22 Ağu
  • 9 dakikada okunur
ree



Hayatın bir anlamının olup olmadığı ve varsa ne olduğu sorusu kimseye yabancı olmayan bir soru ve olumsuz yanıtı da sanıyorum ki bugün en yaygın olanı. Hepimizin ergenlikten itibaren boğuştuğu, melankolik akşamlarda dostlarıyla tartıştığı, bazılarımızın unuttuğu veya aşmayı başardığı, üzerine sayısız şarkı, film, roman yazılmış, filmler çekilmiş bir yanıt bu. Bugün birine hayatın anlamsız olduğundan yakınmak, eğer dindar biriyle konuşmuyorsanız, anlamı sizin inşa etmeniz gerektiği veya bu anlamsızlığı boş verip hayatın tadını çıkarmanız gerektiği tavsiyesiyle devam edecektir ve belki de bunlar gerçekten işe yarar yanıtlardır. Ben bugün, artık neredeyse herkesçe kabul edilmiş bu anlamsızlık hissinin kökeni üzerine düşüneceğim.

 

            Öncelikle, bu anlamsızlık hissinin soruyu öncelediği aşikâr, yani hayatın anlamı nedir diye sorup da olumsuz bir yanıtla karşılaşıyor değilim, zaten anlamsızlık hissi göğsüme oturduğu için bu soruyu soruyorum. Bu hissin yoğun bir mutsuzluğun, mesela bir hayal kırıklığının veya trajik bir kaybın sonucu olması da bana pek inandırıcı gelmiyor çünkü hayatında böyle bir kırılma noktası olmayan insanlar da bu hissi taşıyorlar. Bu hissin hemen hemen her zaman ergenlikle beraber ortaya çıkması ise tesadüfi değil; ergenlik sıklıkla kendimizi keşfettiğimiz ve/veya inşa ettiğimiz, çocuktan bir “kişi” ye dönüştüğümüz dönem olarak tanımlanır. Demek ki kişi-olmaya çalıştığımız anlarda anlamsızlık hissi ve anlam arayışı kendini göstermeye başlıyor.

 

             Her arayış kendini sürdürebilmek için bir bulma umudu taşımak zorundadır. Öyleyse hayatımızın bir anlamı olabileceğine ve bunu bulabileceğimize inanıyoruz, çünkü önümüzde anlamlı olarak kabul ettiğimiz bazı örnekler var. Ergenlik kişi-olma dönemidir, bu kişi-olma tabii ki kendini sıfırdan rastgele bir inşa etmeyle değil, başkalarına özenme, aile ve toplumla kurulan ilişkiler yoluyla olur. Sanatçılar, başarılı sporcular ve iş insanları, dini veya mitolojik figürler, roman ve film karakterleri... Kökenleri buranın tartışma konusu olmayan bir seçimle figürler belirler ve onlar gibi olmak isteriz. Tam burada kişi-olmak ile anlamsızlık hissinin neden birbirine bağlı olduğunu görebiliriz.

 

            Bir sanatçının biyografisini okuduğumuzu düşünelim. Bu sanatçının ömründen önümüze koyulan her anı, onun daha sonra sanatçı olacak olmasıyla veya şu veya bu eserini yazmasıyla ilişkilidir. Çocukken başına gelen şu kaza ileride bu şarkıyı yazmasına ilham olacaktır; eşiyle ettiği şu kavga sonucu böyle bir esere imza atmıştır; lisede edindiği şu albüm onu müzik yapmaya itmiştir. Bu küçük olayların hepsinin anlamı geçmişe dönük olarak zaten verilmiştir. Bir roman veya film karakterini düşünelim. Yazar tarafından önümüze koyulmuş her an, karakterin yaşadığı her küçük şey hikâyenin finaline ya da genel temasına bağlanır, tabii türün kalıplarını yıkmayı seven deneysel bir eserden bahsetmediğimizi varsayıyorum. Bizim “anlamlı hayat” dediğimiz veya en azından eksikliğini çektiğimiz için anlamsızlık hissinin ortaya çıktığı şeyin tam da tüm anlarımızı birbirine bağlayan “bağlam” olduğunu düşünüyorum.

 

            Denebilir ki romanlar kurgusallardır ve dolayısıyla zaten okuyucuya sunulan her bölüm bir temaya veya finale işaret etmesi için üretilmişlerdir. Aynı şekilde biyografilerde de sanatçının anıları zaten tam olarak belli bir bağlama uyması için seçilmiştir. Fakat bu öyküleştirme veya bağlama-oturtma sadece bir yazar tarafından üretilmiş eserlerde görülen bir şey değildir. Dilin kullanıldığı her alanda öyküleştirme zorunludur. Arkadaşıma başıma gelen bir şeyi anlatırken de dedemin gençlik anılarını dinlerken de dil hep bu bağlama-oturtmayı zorunlu kılar. Direkt olarak yaşamadığım her türlü deneyim dil tarafından halihazırda bir bağlama oturtulmuş şekilde bana sunulur. Hatta bunu kendime karşı da yaparım. Bu yazıyı nasıl yazdığımı veya üniversiteyi nasıl kazandığımı hatırlamaya çalıştığımda, aklım hemen geçmişimdeki ilgili anları birbirine bağlar ve ben bu sayede anlamlı bir anı oluştururum.

 

            Burada bir adım geriye gidip kişi-olmak meselesini, dilin öyküleştirme zorunluluğu altında biraz daha açıklamak gerekiyor. Burada kişi-olmak dediğim inşa, geleceğe yönelik bir ne olacağını seçme halidir ve buna sürekli bir kendine-bakış eşlik eder. Bu kendine-bakış ise, bir şeyin kendisiyle olan mesafesinin sıfır olması gerektiğine dair bir inanç taşısak da, hiç de dolaysız ve kendini olduğu gibi yakalayan bir bakış değildir. Öyküleştirmenin tahakkümü burada da kendini gösterir ve bu yüzden ben, kendimi her zaman olduğumdan daha fazlası olarak görürüm. Evimde oturup gitar çalarken, bu yazıyı yazarken, ders dinlerken, içinde bulunduğum etkinlik her zaman öyküleştirmemin sonucu kendime biçtiğim bir rol etrafında anlamlanır. Salt şimdiki-anda oturup gitar çalan biri değilim ben, o anım tamamen sonradan başarılı bir müzisyen olacak olmamla boyanmış halde. Bir hukuk dersinde hocasını dinleyen bir öğrenci, tam olarak o an olduğu haliyle oturmuş hocasını dinliyor değil, zaten ileride avukat, hakim vs. olacak olan olarak dinlemekte hocasını. Burada herkesin geleceğe dair umutları olduğunu anlatmaya çalışmıyorum. Öyküleştirme dediğim fenomenin kendine-bakışın doğasına ait olmasından dolayı insanın kendini kendine her zaman o an olduğundan daha fazlası olarak sunduğunu, yaşanan anın ilerideki -istenen ve olası- bir gelecek zamandan hareketle anlamlandırıldığını, kendini hep ileriye doğru fırlatılmış olarak gördüğünü söylüyorum.  

 

            O halde kişi-olmak dediğim öz-inşa, kendine-bakış ile şimdiki ana ve geçmişe yönelik, olası bir gelecekten referans alan sürekli bir öyküleştirme durumudur. Geçmişimi sürekli belli bağlamlarda yeniden düzenler, o anların anlamlarını ortaya çıkarırım. Şu-anımı da aynı şekilde hep sonradan-x-olacak-olan olarak, o x’e-gitmekte-olan olarak anlamlandırırım. Kendine-bakışın bu yönü, sanatçıların ve roman karakterlerinin öykülerinde gördüğümüz bağlama-dahil-olma ile aynıdır. Çünkü ikisi de dilin öyküleştirme fenomeninden doğar. Kendine-bakışın ana hep gelecekten hareketle veya direkt olarak gelecekte anlam verme zorunluluğuna anlamın-sonradanlığı diyorum.

           

            Anlamsızlık hissinin kökeni de burada yatıyor. Kendine-bakışın sürekli öyküleştirme çabası, kendini sanatçıların biyografilerinde, film karakterlerinde, dinlediğim gençlik hikayelerinde gördüğümüz “kişi”ler gibi görme çabasıdır. Bu kişilerin yaşadıkları her ama her anlar daha büyük bir bağlamın ışığı altında anlam kazanırlar. Şöyle de diyebiliriz: Önümüze sunulan bu parçalar, önceden belirlenmiş bir bağlama göre seçilmişlerdir. Bu bir itiraz değil, tam da bizi anlamsızlık hissinin doğduğu yere götürecek olan ipucudur aslında. Bize biri olmanın ne demek olduğunu anlatan her şey, kendi yaşam deneyimimizden kaynaklanmadığı için, çoktan bağlama oturtulmuş halde bize sunulur. Hiçbir roman, biyografi, hiçbir anı karakterin her saniyesine, her düşüncesine, her tekil anına yer vermez. Yani bizim “kişi” dediğimiz kurguyu öğrendiğimiz ve kendimize olan bakışımızda da şablon olarak kullandığımız tüm bu örnekler süreksizlerdir.

 

  Oysa ben kendi yaşamımı sürekli olarak deneyimlemekteyim. Bir roman karakterinin veya düzenlenmiş bir sanatçı biyografisinin aksine, ben birbirinden farklı birden fazla bağlama oturan veya hiçbir bağlama o an içinde oturmayan anlar da yaşamaktayım. Kendime-bakışımın hep sonradan-olacağım-şey üzerinden oluştuğunu söylemiştim. Fakat kendime ördüğüm bu anlatı bir yazar tarafından özellikle düzenlenmediği için asla bir roman kadar derli toplu deneyimlenemez çünkü hiçbir yere bağlanmayan karşılaşmalar, küçük olaylar, kendimizi fırlatmak istediğimiz yönle hiçbir alakası olmayan bir sürü anla doludur. Yazının tam bu noktasında bir sigara molası verdim. Mola süresince yazıya dair hiçbir şey düşünmedim. Eğer bir örnek olarak kullanmasaydım, şu anda bu yazıyı yazarken kendimi içinde hissettiğim o öyküden tamamen alakasız bir olay olarak kalacaktı. Gündelik hayat içinde böyle anlardan sayısız örnek verilebilir -ve belki de yazımla uyumlu bir şaka olarak da vereceğim her örnek bu yazıda bulunarak aslında anlamına kavuşmuş olur-. Bu yazıyı yazma sürecimi düşünüyorum, doğmam ve bu fikirlerin kafamda oturması ve oturup bu yazıyı yazmam arasında bu bağlamdan tamamen alakasız sayısız olay var. Demek istediğim, hayat tek bir bağlama sığmayacak kadar dolu ve rastgeledir. Kendine-bakışın anı ve geçmişi sürekli gelecekteki arzulanan bir noktaya bağlaması olduğunu söylemiştim. Fakat hayatın bu sürekliliği, kendine-bakışın onu tek bir bağlama yerleştirmesini imkânsız kılar; asla kendini öykündüğü ve anlamlı olarak gördüğü o karakterler gibi salt bir geleceğe doğru ilerleyen ve her anı da o geleceğe işaret eden bir kişi olarak göremez. O yüzden, insanın kendi hayatına bir bağlam içinde bakma çabası sürekli başarısız olur ve tam olarak bu yüzden anlamsızlık hissi kaçınılmazdır.

 

Fakat bu noktada bir itiraz akla gelebilir: Eğer ben şu anda yaptığım eylemi x-olacak-olan olarak yapıyorsam, şu an anlamını zaten edinmiş demek değil midir? Bu itiraz ilk bakışta haklı görünebilir. Fakat benim bu x-olacak-olan olmaklığımın, bir roman karakteri veya bir sanatçı biyografisinin çizdiği portre ile çok büyük bir farkı var. Bir roman karakterinin başından geçecek her şey, en azından ideal olarak, zaten önceden bir bağlam etrafında belirlenmiştir. Biyografisini okuduğum sanatçı şu an halihazırda sanatçıdır, yani ben anlamını zaten edinmiş anıları okumakta olurum. Fakat benim x-olacak-olan olarak kendimi planlayışım böyle bir kesinlik içermez. Burada teleolojik bir belirleme söz konusu değildir. Aksine, benim x-olacak-olan olmam örtülü bir belirsizlik içerisindedir. Bu belirsizlik en çok karşılaştığım zorluklarda, yaşadığım hayal kırıklıklarında kendini kaygı olarak gösterir.


Odasında oturup gitar çalan, ünlü bir sanatçı olmayı hedefleyen birini hayal edelim. O anda bu kişi, sanatçı-olacak-olan olarak kendine bakmakta ve diyelim ki buna kesin olarak inanmaktadır. İlk gitarını alışından derslerde defterine karaladığı şarkı sözlerine kadar tüm anıları bu sanatçı-olacak-olma altında anlamlanmıştır. Yine bu hevesli dostumuzun bir şarkı yazdığını ve bunu arkadaşlarına dinlettiğini hayal edelim. Dostumuz, eserine beklediği ilgiyi göremediği anda bu sanatçı-olacak-olma halinin çatladığını ve kaygıyı hisseder. Bu basit bir hayal kırıklığı değildir; şimdiye kadar kendine kurduğu anlatının, geçmişten bugüne ördüğü o sanatçı-olacak-olan öyküsünün temelsizliğinin yüzüne çarpmasıdır. Çünkü bu ilgi eksikliği, yalnızca o anki şarkının beğenilmemesi değildir; daha derinde, 'belki de hiçbir zaman o kişi olmayacağım' ihtimalini açığa çıkarır. Ve bu ihtimal bir kez kendini gösterdiğinde, geçmiş dediği şey bile sarsılmaya başlar. İlk gitarını alış anısı, yazdığı ilk sözler... Bütün bunlar şimdiye kadar gelecekteki olası başarı tarafından anlamlandırılıyordu. O başarının kesinliği sarsılınca, geçmişin ağırlığı da boşluğa düşer. İşte tam burada kaygı belirir. Çünkü bu, yalnızca bir hedefin kaybı değil, hedefle beraber bağlamın dağılmasıdır. Dostumuz için artık yalnızca başarısız bir şarkı değil, anlamını yitirmeye başlayan bir geçmiş ve yönünü kaybeden bir gelecek vardır. Ve bununla beraber şimdiki an da askıda kalır; gitar çalan o kişi, artık kim olduğunu tam olarak bilemez. Sanatçı-olacak-olan olarak bakışının bir kurgu olduğunu, kendine anlattığı hikâyenin rastlantılarla dolu, güvencesiz ve parçalı olduğunu sezdiği anda, kaygı sadece duygusal bir burukluk değil, varoluşsal bir açıklık olarak belirir.

 

Doğal olarak hiçbirimiz bu dostumuz kadar saf değiliz, hiçbirimiz -umuyorum ki- geleceğimize ve kendi öykülerimize bu kadar kesin gözüyle bakmıyoruz. Bu bizi hevesli dostumuzdan daha farklı bir duruma taşıyor: Onun bu kırılganlıkla yüzleşmesi ani bir çöküşle yaşanırken, biz bu kırılganlığın farkındalığıyla yaşamayı sürdürüyoruz. Kaygı bizim için hep orada. Çeşitli heveslenmeler ve mutluluklarla veya boşvermişlikle bazen unutsak da x-olacak-olmamızın kesin olmadığının hep farkındayızdır. Bu başımıza gelebilecek ani bir olayın sonucu da basitçe artık o hedefi arzulamayı bırakmamız da olabilir. Bu yüzden kendimizi ortasına attığımız bu öykülere tam olarak teslim olmayız, içten içe her zaman bir ihtiyat payı bırakırız. Belki de tam bu yüzden kaygı, yalnızca büyük hayal kırıklıklarında ortaya çıkan bir şey değil, her anın zemininde sessizce bekleyen bir haldir. Çünkü hepimiz, yarıda kalma ihtimalini, anlatının bir anda dağılabileceğini, hiçbir bağlamın tam anlamıyla tutmayabileceğini biliriz. Bu bilme hali, gündelik yaşantının üstünü örttüğü ama tam olarak yok edemediği bir gerginlik yaratır. Ve bu gerginlik, kaygının sürekli, sönümlenmeyen varlığıdır.

 

            Yani kendine-bakışın şu ana verdiği anlam hep bir kırılganlık, her an kaybolabilirlik içerisindedir ve bu tam da anlamsızlık hissinin ve onun doğal eşlikçisi kaygının kökenlerinden biridir. Fakat akla gelebilecek başka bir itiraz da şu olabilir: Tamam, hayatımı tek bir bağlam içerisine oturtamıyorum, peki birbirinden farklı bağlamlar olamaz mı? Zaten çoğumuz tek bir ideale adanmış, tek eksenli hayatlar yaşamıyoruz; gündelik varoluşumuzu çoklu bağlamlar arasında geçiş yaparak sürdürürüz. Ancak bu çok bağlamlılık, kendine-bakışın içinde tutarlı bir “kişi” bulma arayışını tatmin etmekten ziyade, onu daha da belirsiz ve parçalı hale getirir. Gündelik hayatın bu farklı bağlamları, sıklıkla birbirleriyle çatışırlar. Kurduğumuz her ilişki, üstlendiğimiz her toplumsal rol kendi bağlamını yaratır ve bizden o bağlamın gerektirdiği kişiliğe bürünmemizi bekler. İş yerinde hırslı, disiplinli ve stratejik olmamız gerekirken, özel hayatımızda şefkatli, duyarlı ve duygusal biri olmamız beklenir. Her bağlam, geri kalan “ben”lerin askıya alınmasını talep eder ve bu “ben”lerin bazıları arasında uçurum vardır. Bu çoklu “ben”lerin hiçbiri diğerine tam olarak bağlanamaz ve ben, bütün bu parçalı kimlikler arasında sürekli bir kayma yaşarım. Bu parçalanmışlık, kendine-bakışın görmek istediği şeyin tam tersidir: Bir roman karakteri ya da bir sanatçı biyografisi gibi, tek bir bağlamda bütünlük içinde göremez beni; çünkü her an, başka bir bağlamın ışığında farklı bir anlam kazanır. Ve bu bağlamlar arasındaki kopukluk, kendime dair anlatımı da istikrarsız ve belirsiz hale getirir. Kendine-bakışın gördüğü hiçbir zaman tam olarak bir bütün olmaz; her zaman eksik, her zaman birden fazla yöne çekilen, hep biraz muğlak ve hep biraz kayıptır.

           

             Kendine-bakış’ın şu anını ve geçmişini hep x-olacak olduğu olası bir gelecekten hareketle anlam verme, bir bağlamaya oturtma yani öyküleştirme zorunluluğuna anlamın-sonradanlığı demiştim. Bu öyküleştirmenin ise hayatın sürekli yapısından tek bir bağlama sığamayacak kadar dolu olmasından hep başarısızlığa mahkum olduğunu gördük. Tek değil, birden fazla bağlama oturtma durumunda da sonuç değişmedi; bu sefer de kendine-bakış’ın aradığı tutarlı ben, parçalar halinde ve hep eksik benlerin arasında kayboldu. Kendine-bakış’ın x-olacak-olan olma modunda şu ana vermeye çalıştığı anlam ise, geleceğin belirsizliğinden doğan kırılganlığın gölgesi altında, doğal eşlikçileri olan anlamsızlık hissi ve kaygının gölgesi altında eridi.

 

Öyleyse, anlamın-sonradanlığının elimize bıraktığı şey, anlamın sürekli geçmişe doğru verilmesidir. Ancak şu an ben bu yazıyı yazmaktayken, bu düşüncenin bende oluşmasını sağlayan kitap okumalarım, film izlemelerim, yazıyı yazarken verdiğim sigara molaları, finali bu yazının yazılması olan bir bağlama oturabilir. Ancak bu geçmişten şimdiye kurduğum bağlamın bile geçmiş hayatımın tamamını kapsamadığını bilirim. Bu yazma sürecine geriye dönüp baktığımda, bana gerçekten yardım eden birkaç kitap, belki bir film aklımda kalır. Geri kalan her şey—sigara molalarım, o sırada çalan şarkılar, araya giren küçük düşünceler—unutulup gider. Anlam ancak geçmişten şimdiye uzanan bir bağlam içinde kırılganlıktan uzak bir biçimde ortaya çıkabilir. Oysa kendine-bakış’ın modu hep x-olacak-olan’dır. Her anım, bir x-olma öyküsü doğrultusunda anlamını erteler. Hep o x-olma yolunda ileriye fırlamış, şu andan taşar haldeyimdir ve tam da bu yüzden, yani kendine-bakış anlamı bulabileceği tek yer olan geçmişin zorunlu olarak hep önüne fırladığı için, yaşadığım şu an hep x-olacak-olmanın belirsizliği altında çözülür. Bu yüzden anlamslızlık hissi ve kaygı şu anımın doğal eşlikçileridirler. Anlamsızlık hissi, benim kendimi asla tutarlı bir biçimde tek bir bağlam içine yerleştirememden, çünkü hep olduğumdan fazlasına taşmış olmamdan ve olduğum yerden ileriye, belirsiz bir ileriye doğru fırlamış olmamdan doğar.

 
 
bottom of page